16 Kasım 2015 Pazartesi

Kalın perde olsa da...


Bazen uykumdan çok dahiyane fikirlerle uyanıyorum. Hemen yerimden kalkıp rüyamda gördüklerimi yazmaya kalksam, romanım en çok satan kitaplar listesine girer. Ama ben ne yapıyorum? Yatıp uyuyorum. Uyku öylesine güzel ki. Ölümün küçük provaları gibi geliyor bana. Kısa metrajlı, herşeyi tadında bırakan cennetler, cehennemler... Bölünmesin istiyorsun, devam etsin. Misal adamı görüyorsun, tam elini tutuyorsun, dur gıdısından da öpeyim istiyorsun, hop alarm çalıyor. Yani yeri geliyor rüya da bile avcunu yalıyorsun. Bu da hayatın seninle şak şak geçme tarzı olsa gerek. Ulan bırak bari rüyamda mutlu olayım di mi? Yok sana mutluluk, al sana çikita muz diyor. Sonra bir umut yine kafanı yastığa koyup, mal gibi gözlerini yumup, kalın perdenin arasından göz bebeğinin içine işleyen ışığa söverek yeniden uyumaya çalışıyorsun. Hem uyanıp da ne yapacaksın? En çok satan kitaplar zaten hiç tat vermiyor, sen az satanlardan haber ver... 

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Yaz halleri...


Bunaldım, ağzıma sıçıldı, ne işmiş amk diye diye sonunda işimden istifa edip kurtulduğumdan beri tam bir kral hayatı yaşıyorum. Çok bir bok yaptın da bunu hak mı ettin diye sorarsan, apışır kalırım öyle, doğru düzgün bir cevap da veremem. Etrafımdaki iyi niyetli insanlar benim bunu hak ettiğimi söylüyorlar. Sanki kendileri hak etmiyormuş gibi. Tabii ki herkese ayrıl işinden benim gibi götünü gezdir diyemem ama şunu da çok net olarak biliyorum ki; insanlar kendi ördükleri kafeslerin içine girip oturmayı tercih ediyorlar. Hayattaki herşeyi parayla ilişkilendiren insanoğlunun tek savunma mekanizması "Eee işte paramız yok". Ulan sende para değil de göt yok. Belirsizlikten korkuyorsun. Gideceğin yolun sonunu düşünmekten seyahatin tadını çıkarmayan sensin. Üç günlük boktan hayatına sıkı sıkıya sarılmışsın. Ofiste oturup Emine'yle Mehmet'in şirket içi gizli aşkını çekiştirmek hayatındaki tek aksiyon. Bunu kendine nasıl yakıştırır bir insan şaşıyorum. Kendi kendime ördüğüm kafesimi kendim bozdum. Tekrar içine girip oturmak istersem kafes işte tam orada. Kısacası bu durumu bir kayıptan çok kazanç olarak görüyorum. Sonsuza dek yapabilirsem, bu düzene karşı koyabilirsem ne mutlu. Gün gelir de direnemezsem en azından bu özgür geçirdigim günlerin bende bıraktığı mutluluk kırıntılarıyla avunurum. Neyse saat 13:15 olmuş sen de şirketin sana sağladığı muhteşem olanaklardan sadece biri olan öğle yemeğini bitirmişsindir. Deniz çok güzel, ben bir dalıp geliyorum.

Tabii ki unutmadım...


Seninle bir Eylül akşamında tanıştık. Hani şu ne üşüten ne de ısıtan o hoş sonbahar serinliğinde... Dün gibi hatırlıyorum, doğum günümden tam 2 gün önceydi. Yurt odasında mal gibi takılırken, Cansu odaya girip: "Android Mehmet ve taş kuzeniyle yemeğe çıkıcam siz de geliyorsunuz" demişti. Biz de itiraz etmeden hazırlanıp gitmiştik. Arjantin caddesindeki Cafemiz'de tam çaprazıma oturmuştun. O gece bir yere söz vermişsin, erkenden kalkıp gittin. Bütün gece Cansu'dan seni dinledik. O cüce yüzünden sabaha kadar uyuyamadık.  

İzmir'e döndüğümde kızlar aradı. Benden çok hoşlanmışsın. Telefonumu istiyormuşsun. Cansu vermek istememiş, odamdaki kız onu ikna etmiş. Başta yok mok dedim ama sonradan baya hoşuma gitti. Kime niyet kime kısmet :)

Beni aradığında telefon çekmiyor diye altı durak önce otobüsten inmiştim. Bunları sen bilmezsin. Telefonda bana "Çok güzeldi o gece mutlaka tekrarlayalım" dedin. Ben de sana "Ondan mı o kadar erken gittin?" diye sordum. "İşim vardı. Aslında yanınızdan hiç ayrılmak istemedim. Sohbet çok keyifliydi. Arkadaşıma söz verdiğim için gitmek zorunda kaldım." dedin ve "Cuma senin için uygunsa görüşelim" dedin. Böylece ilk buluşmamızı ayarlamış olduk. 

Cuma günü panik halinde giyeceğim giysileri ayarladık. Sen öğrenci yurdunun önünde beklerken, birinci kattaki asansörün yanındaki küçük pencereden bütün kızlar seni izledi. Sen bunu da bilmezsin. O gece herkes seni çok beğendi. Kısacası tam not aldın. Yine Cafemiz'e gittik. Birlikte akşam yemeği yedik. Odaya döndüğümde kızlara tüm detayları anlattım. 

Her gün beni görmeye gelirdin. Derken kış geldi. Ankara'nın tüm sokakları karla kaplandı. Arabana anti-freeze li silecek suyu aldık. Bir gece eğlenmek için Salata'ya gittik. Orada ilk defa elimi tuttun. O gece yurttan izin alıp kızların evinde kaldık. Çantamda cüzdanını unutunca beni aradın, cüzdanı aşağıya getirdiğimde kızların kapısının önünde öpüştük. Benim için ilk olmasa bile ilk olmayı hak edecek kadar güzeldi. Seni düşünerek uyuyakalmışım. 

Arkadaşlarınla buluştuğumuzda çok kasılırdım. Hepsi benden yaşça büyük ve ukalaydı. Çok fazla arkadaşın vardı ve hepiniz 100 yıldır tanışıyor gibiydiniz. Gene de sizinle takılmak ve onların yanında başka birisi olmanı izlemek hoşuma giderdi. 

Doğum gününü kutladık. Kötü bir geceydi. Senden ayrılmak istedim. Bunalmıştım. Sen doğal olarak buna bir anlam veremedin. Şu an ben de anlam veremiyorum. Aramamanı söyledim, aradın. Telefonda seninle bok gibi konuştum. Sonra pişman oldum ama artık bunun için geçti. 

Bütün yaz seni düşündüm. Her gece bana geri dönmen için dua ettim. Yaz tatili için Antalya'da bir iş buldum. Dönmeme 10 gün kala beni aradın ve Antalya'ya geleceğini söyledin. Sana haber vermeden İzmir'e döndüm. Geldiğinde aradın ama ben İzmir'deydim. "Neden haber vermedin?" diye sordun. "Salağım da ondan" diyemedim. Ankara'ya döner dönmez seni aradım. Antalya'da tanıştığın bir kızla birlikte olduğunu söyledin. Böğrüme resmen koca bir sığır sürüsü oturdu.  

Tam 2 sene sonra İtalya'ya gideceğim diye gece yarısı seni aradım. Gece 3'te beni olduğum yerden almaya geldin. Uzun süre dönmeyeceğim diye seni kandırıp ağzından bir sürü laf aldım. Benden çok hoşlandığını itiraf ettin. 2 hafta sonra çıktım geldim.

Askerdeyken beklediğim tek kişi sendin. Asla bilmedin ama ben çok bekledim. Yatağımın yanına bir kağıt yapıştırdım. Tıpkı filmlerdeki gibi her gece duvara çizik attım. Gelmeden beni aradın. "Herkes aradı. Bir tek sen aramadın." dedin. Arayamadım. Sevgilin vardı. Yapamadım. Yapamazdım. Seni askerdeyken sadece bir kez aradım. Onda da sen beni aramak için dolabına gidiyormuşsun ve benim aradığımı görmüşsün. Neden olur ki böyle şeyler hiç anlamam. 

Askerden dönünce iş bulamadın. Birlikte rainbow süpürgelerinin tanıtımını yaptık. Baban işle ilgili çok üzerine geliyordu. Yemek yerken "şu tuzu uzat da bir işe yara" demişti sana. En çok bu cümlesi koymuştu. Ders çalışmak için 7. Cadde'nin sonundaki Milli Kütüphane'ye giderdik. Haberleşmesek bile karşılaşırdık. Sen sınavlara hazırlanırdın, ben de yüksek lisans ödevlerimi yapardım. Nasıl yaptın bilmiyorum ama KPSS'de Türkiye birincisi oldun. Hem de yedi alanda. Sen üniversiteyi bile sekiz senede bitirdin. Hiç söylemesem de zekana hep saygı duydum. İsteyip de yapamayacağın hiç bir şey olmadığını biliyordum. Sınav sonucunu aldığın anı çok net hatırlıyorum. Sonucun olduğu kağıdı ilk bana getirip göstermiştin. 

Bir yaz bizim yazlığa geldin. Birlikte kalacağın oteli ayarladık. Merkezde dandik bir otelde kalmıştın :) Herhalde hayatım boyunca geçirdiğim en güzel yazdı. 

Bir gece birlikte çok sarhoş olduk. Beni eve bıraktın. Sarıldık birbirimize. "Sana bir sır vereceğim ama bunu asla bana karşı kullanmayacaksın" dedin ve ekledin "Hep seni sevdim. Seni kız arkadaşımdan daha çok seviyorum ama ona söz verdim." İkimiz de birbirimizin omzunda ağladık. Bunu asla sana karşı kullanmadım. 

Yılbaşında sarhoş olup seni aradım. "Seni çok seviyorum." dediğimi hatırlıyorum. "Ben de seni çok seviyorum ama ben evleniyorum." dedin. O günden sonra seni bir daha aramadım. Hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ne Ankara, ne Tunalı Hilmi, ne Kuğulu Park, ne Seymenler Parkındaki yıldızlar... Hiçbir şey aynı olmadı. Ben de aynı olamadım. Şehri bu yüzden terk ettim ama bunu bile yapmam zaman aldı. 

Seni en son Karum'da gördüm. Eşin bir kot ceket deniyordu. Beni gördün. Ben de seni gördüm. Kafamızı çevirdik. Tıpkı birbirini hiç tanımayan, resim çekilirken tesadüfen aynı kadrajda bulunan iki yabancı gibi. 

Bazen bir film izliyorum. O yıllardan bir şarkı çalıyor. Birileri Ankara'dan bahsediyor. Silecek suyu alırken, normal suların yanında anti-freeze li silecek suyuna rastlıyorum. Aklıma sen geliyorsun. Tüm resimlerini yırtmışım. Hepsini. Sadece mezuniyet cd sinde varsın. Cd leri düzenlerken elime geçerse izleyip, o şapşal haline gülüyorum. 

Buraya yazmadığım, yazamadığım, yazmaya üşendiğim, unuttuğum binlerce anım var seninle. İyi ki seni tanımışım. Bazen instagramda eşin resimlerinizi koyuyor. Bir oğlun var. Sana benziyor. Daha yeni bir kızın oldu. Kız çocuklarını çok seversin. Kaliforniya'ya taşındınız ve çok mutlusunuz. Umarım çok daha mutlu olursunuz. Hep iyi ol. 

Bu yazı sadece senin için... Sonsuza kadar okumayacaksın biliyorum. Tıpkı her gece üşenmeden yazdığım ve senin görmediğin günlüklerimdeki gibi olacak. Olan bitenden haberin olmayacak ama ben bileceğim. Bu yazı sadece senin için... Hikayemizin sadece bana sorduklarında anlattığım kısmı... Senden sonra bende bıraktığın boşluğu pamuklarla doldurdum. Bir yağmur yağdı tüm pamuklar ıslandı. Kumsallarla doldurdum. Bir rüzgar esti, her yer toz bulutu oldu. Artık anladım. O yüzden doldurmuyorum. Böyle iyi.

25 Temmuz 2015 Cumartesi

Senin için en fazla bunu yapabiliyorum. Çünkü ben bazen sadece bu kadarım...

Öncelikle epey zaman oldu farkındayım. Sıcak bir yaz akşamında (Bu arada buraya sıcak bir yaz sıcağında yazmışım fark etmeden. Durumun ne kadar vahim olduğunu sen düşün) her İzmirli gibi ben de soluğu balkonda aldım. Öyle bir teçhizat kurmuşum ki görsen aklın çıkar. Minderler, çay, laptop, telefon, müzik, kablolar. Nasa üssüne döndü balkon. Cumartesi gecesi dışarı çıkamayınca deli danalara bağlayan bir tek ben varım sanırsam. Evin içinde kendimi yerleştirecek uygun bir yer bulamıyorum. Bu aralar devamlı sosyal medyada "Esmiyor", "Sıcak değil nemdir o nem" esprilerine maruz kalıyoruz. Evde klima da olmayınca, doğal esinti için evin içinde köşe kapma seansları başlıyor haliyle.
Yine böyle bayıltıcı bir yaz akşamıydı. Benzer bir teçhizat eşliğinde çocukların sınav kağıtlarını kontrol ediyordum. Kedim Nero'da sürekli viyaklıyor, üstümden geçe geçe bir içeri giriyor, bir dışarı çıkıyordu. Uykum geldi. Gittim yatağıma yattım. Bir eksiklik var. Nero yok! Gerizekalı perdenin arkasına saklandı herhalde dedim. Sesleniyorum sesleniyorum. Tık yok. Sonra aklıma balkona bakmak geldi. "Nerooooo!!!" diye seslenince yedi kat aşağıdan cevap geldi. "Viiikkk" :((( Çılgınlar gibi merdivenlerden aşağıya koştum. Çok inatçı bir çocuk olduğu için benden kaçıp arabanın altına girdi. Annemi aradım gecenin üçünde. Kadın kalktı geldi. O arabayı çekecekti ben de Nero'yu alacaktım ama  kaçtı. Bu defa da apartmanın altında elimin ulaşamadığı bir boşluk buldu ve oraya girdi. Veterineri aradım. "Bir şey yapamayız sabah olsun bakarız" dediler. Çaresiz sabaha kadar bekledik. Gün aydınlanınca itfaiyeyi aradım. Geldiler ve kızımı kurtardılar. Bir ay boyunca fizik tedavileri sürdü. Bir ayağı tamamen sakat kaldı. Bütün arkadaşlarım "Seninle yaşamaya dayanamadı. Yedinci kattan attı kendini" dediler. Şimdi düşünüyorum da haklı olabilirler. Sevgi hiç bir zaman tek başına yeterli değil. Emek, sorumluluk, sabır, özveri ve daha bir çok şey olmayınca sevgi çok anlamsız. Seni çok seviyorum Nero. Belki de hayatıma giren bir çok insandan fazla... Ama görüyorsun ki bu hiç de yeterli değil... 

19 Haziran 2015 Cuma

IQ mu EQ mu?

Yine bir Cuma günü, yine mesai bitimine saatler var ve ben yine ilk sorana anahtar teslim ruhumu verecek kıvama geldim. Sabahtan beri opsiyonları düşünüyorum. Masanın üzerine çıkıp kafa üstü atlasam mı, mutfaktaki Prili mi içsem yoksa dışarıdaki kamyonların önüne mi yatsam? Kararsızım... 
Üniversitedeyken öğrenci yurdunda tanıştığım, sarışın, uzun boylu, güzel ve Tıp Fakültesi'nde okuyan bir arkadaşım vardı. Kendisi kağıt üzerinde on numara beş yıldız bir insan olmasına rağmen, gerçekler o kadar da umut vaat eden cinsten değil. Aynı öğrenci yurdunda beş sene birlikte kaldık ama kendisiyle pek denk geldiğimiz söylenemez çünkü o yıllarda yavrucak 365 gün 6 saat yapışık yaşadığı çalışma masasına beynini akıtmakla meşguldü. Beni zaten hiç sorma... 6 Edebiyat B öğrencisi tadındayım. Güdük'ü sobaya saklıyorum, Kel Mahmut'tan gizli okulu ekiyorum falan filan...  
Neyse doktorun en bomba huyu katırlar gibi, danalar gibi, hayvanlar gibi her önüne çıkana platonik aşık olmasıydı. Avını gözüne kestirir ve amansızca aşık olurdu. Taaaa ki çocuğa "Al canımı!!! Al da senden kurtulayım!!!" dedirtene kadar. Mezun olduktan sonra bu sayko beni aradı. Arada bir görüşüyoruz. Ben de az manyak olmadığım için kızı sabırla dinliyorum, yorumlar yapıyorum, mantık terk akıllar yürütüyorum. Arada bir de hafiften ayar veriyorum. Mesela diyorum ki: "Doktorcuğum bak. Bu işler böyle olmaz. Sen biraz höt hötsün. Daha kibar ol. Erkekler cici kız sever. Biraz gülümse ne bileyim ben tatlı tatlı konuş. Daha sempatik ol." Herhalde birine öküz olduğu bundan daha özenli cümlelerle anlatılamaz. Bu da haklısın, maklısın deyip her defasında bildiğini okuyordu. 
Kızımız yine bir çocuğa aşık olmuştu. Yatıp kalkıp soluksuz Kaan dinliyoruz. "Kaan bugün kareli gömlek giydi. İhihihihihi" "Kaan var ya... her öğlen çikolata yiyor." "Kaan'ın kız kardeşi Doruk'la çıkıyormuş."Kaan Kaan Kaan Kaan... :S Doğum gününde geldi bana "Sence Kaan'ı çağırayım mı?" diye sordu. Ben de "Eee çağır tabii ama dediğim gibi biraz daha şirin ol, telefonda azcık cilve yap çocuğa" dedim ve kendimce kıza "ürkütme ceylanı" mesajını verdim. Bu EQ'su sizlere ömür arkadaşım açtı telefonu, bak konuşma aynen bu... Ne bir eksik, ne bir fazla :)))) "Aloooo... Kaan şen mişin? Yaapıyoşun? Benim doğum günüm vay... Geliy mişin? Tamam oldu... Göyüşüyüzzzz." dedi ve telefonu kapattı. Bu konuştukça benim gözler doldu. "Ne dedi peki?" dedim. "Hiç. Akşam arayacakmış." dedi. Kaan o günden sonra bir daha hiç aramadı. Doktor civanım da beni ilişkisinin içine sıçmakla suçladı. 
Şimdi hazır lafı gelmişken buradan Kaan'a seslenmek istiyorum. Kaan, seninle bir kere ya görüştük ya görüşmedik ama ben seni senden iyi tanırım. Ne menem bir insan olduğunu iyi bilirim. Bence kaçıp canını kurtarmakla çok iyi yaptın dostum. Benden duymuş olma, eski kız arkadaşın senden sonra evlendi. Maalesef kocası senden çok daha yakışıklı, hatta bir de üç yaşında oğlu var. Ben başarılı bir evlilik için EQ nun poşete koyulup çöpe atılması gerektiğine inandım. İşte bu yüzden Allah ne senin EQ'na ne de benimkine zeval vermesin bebişim...  

28 Mayıs 2015 Perşembe

Pardon biz bakir koy arıyoruz...

Rahmetliyle Sakız adasına gitmiştik. Bir motor kiraladık. Kendisi kapasitesiz olduğu için bayan olarak motoru ben kullanıyorum, o da arkamda oturuyor. O motorla turistlerin hiç uğramadığı koylara gittik. Kendi aramızda da sürekli konuşuyoruz. "Ne kadar bakir koylar var ya, vay anasını... Böyle yerler de var mıymış?" diye diye dolaşıyoruz. Ağzıma dolandı bir kere bu "bakir koy" geyiği. Tatil bitti, geri döndük. Kuzenler dediler ki Marmaris'e gidelim, arabayla Datça, Fethiye vs. her gün bir yeri gezelim. Neyse bindik oraya da gittik. Datça'da gidebileceğimiz güzel bir koy arıyoruz. Zaten her yer tahmin edebileceğin gibi yemyeşil ve masmavi. Arabada 6 kişiyiz. Çoğunluk kadın. 75 yaşındaki teyzem de bizimle geldi. Gideceğimiz yere karar veremedik. Şöyle güzel, temiz bir koy arıyoruz. O sırada da inşaattan çıkan bir amele sağdan sağdan yürüyor. Durduk yanında. 
Ben kafamı çıkardım ve adama aynen şöyle sordum: 
"Pardon. Afedersiniz. Ehihihihi buralarda bakir bir koy var mı acaba?" 
Adam hepimizin suratına teker teker mal gibi baktıktan sonra: 
"Bakir koy... Baaaakiirrrr koyyyyyy..." dedi ve kendisini güncellemeye aldı. İki dakika sonra...  
"Cık. Yok abla buralarda bakir koy falan. Ama ilerde bir çıplaklar kampı var. 2 km ötede."
Böylece bakir koy filan bulamadık ama az ileride normal insanların denize girdiği ortalama bir plaj bulduk. Orada girdik denizimize. Ama şundan eminim adamın hafızasında çok marjinal bir ekip olarak kaldık. Herifço kesin kendi kendine "Bunlar ne ayak la...","Eee ben varım bakir. Buradaki en bakir şey benim boşa dolanmayın ortalıklarda" demiştir. 

Ourobos Döngüsü

Dün gece rüyamda elimi kolumu sallaya sallaya bir sınır kapısından geçiyordum. Sanırsam gerçek hayatta da tam o noktadayım. Sınır kapısında. Dante'nin Araf'ında. Cennet ve Cehennem'in arasında. Bir sıçrayış yapmam lazım. Her yer labirent. Duvarlar yüksek. Çıkamazsam sonsuza kadar burada kalabilirim. Çıkarsam orada bir yerlerde mutlu olabilirim. Bilemiyorum o kadarını.
Sana bugün atalarımın evlilik konusundaki garabetliğinden bahsedeceğim. Dedem yani babamın babası tam dört kez evlendi. Son karısıyla olan nikahında ben bile vardım. Diğer dedem, yani annemin babası iki kez evlenmiş ama o dedemi hiç görmedim, gördüysem de hatırlamıyorum. Babam iki kez evlendi, iki kez boşandı. Üvey ağabeyim iki kez evlendi, iki kez boşandı. Babaannem iki kez evlendi. Ben iki kez evlendim iki kez boşandım. Annemle babam boşandı, hemen ardından teyzemle eniştem de boşandı. Kısacası bizde boşanmanın irsi olduğunu düşünüyorum. Aksini düşünen?
Önceleri evlenemem evde kalırım diye korkuyordum. Evlenmeden önce bir sürü çocukla da kırıştırdım ne bok yiyeceğim diye panikliyordum. Hem sonra çoluk çocuk yapmak lazım bilmem ne... Ardından kör topal bir herif buldum, koştur koştur evlendim. Eee tabii bir boka benzemedi, boşandık. Evlenip boşanınca bu defa da evlendim ayrıldım ne bok yiyeceğim triplerine girdim. Şimdi ikinci evliliğim de bitti ama kafam çok güzel :) Her zaman söylerim ilk boşanma = tragedya, ikincisi = komedya. Sonuç olarak şunu çok iyi biliyorum ki; ben bu laneti kırmadıkça bendeki bu *Ouroboros döngüsü sonsuza dek devam edecek.

*Tıkla: Ouroboros

22 Mayıs 2015 Cuma

Dep... dep...depresyonum depreşti

18 yaşında şu olacak, bu olacak, hayat bambaşka olacak filan derler de, o gün geldiğinde bir bok olmaz ya... İşte hislerim aynen öyle. Dulkadiroğulları gibi kaldım öylesine. Sanki yüzyıldır yalnızım gibi geliyor. Instagramda birlikte ablak fotolarını koyup da kendilerini #balım#gülüm#boncuğum diye apır sapır hashtaglerle etiketleyen çiftlere ağzımda biriktirdiğim tükürüğümle hönkürmek, nerden çıktıysanız oraya girin demek istiyorum.
Haftasonu tek başıma denize gittim. Millete söylediğimde "Allah allah naaptın orda tek başına?" filan gibi sorulara maruz kaldım. Kabul ediyorum böyle yalnız tatiller pek tarzım değil. Ama gidince anladım ki insansız hava sahasına ihtiyaç duyuyorum ben. Ya da belki de tam tersi. Gerçekten sapıtmış vaziyetteyim. Tam olarak ne istediğimden bile emin olamıyorum. Yalnızlığın elini bir tutuyor, bir bırakıyorum. Benimle gelmek istese de gelemiyor çoğu zaman, onu bile bok gibi ortada bırakıp gidiyorum.
Fuarda koşarken sarı yağmurluklu bir çocuk bana sürekli gülümseyerek selam veriyor. Bazen "Kokuştu o üstündeki, her gün aynı şeyi giyiyorsun." demek geliyor içimden, susuyorum. Yanımdan hızla geçtiği için de bu kadar uzun cümle kuramıyor olabilirim. Yine de onun bana bakıp gülümsüyor olması, şimdilerde hala yaşıyorsun demesiyle aynı anlama geliyor. Onun dışında da batı cephesinde yeni bir şey yok. Hayat tüm monotonluğu ve uyan-işe git-sıkıl-yemek ye-spor yap-uyu-uyan-işe git... rutiniyle devam ediyor. Bazen düşünüyorum da hiç fena olmazdı. Hadi hazır başlamışken sana da biraz götlük olsun, ne düşünüyorum söylemeyeceğim.

14 Mayıs 2015 Perşembe

Hışşşttt!!!

Ankaralı bir arkadaşım İzmirli bir çocuğa çok aşıktı. Sabah akşam bize bu çocuktan bahsediyor. Yok şöyle tatlı, böyle yakışıklı bilmem ne... Neyse kız bir gün bunun evine gidiyor. Yiyip, içip takılıyorlar, sonra kız diyor ki "Benim gitmem lazım." Çocuk gitme diyor. Bunlar kapının önünde gidicem, gitme, gidicem, gitme diye bir süre inatlaşıyorlar. Çocuğun elinde de kola var. Bir yandan kola içiyor, bir yandan da kızı çekiştiriyor. Çocuk: "Gitme yoksa sana karate yaparım" diyor ve bacağını kaldırıyor. Kolanın azizliğiyle çocuk ansızın COOOOORTTTTTTT diye osuruyor. Kızla çocuk göz göze geliyorlar. Kız hiç sesini çıkarmadan kapıyı çekip çıkıyor. Bazen kendimi aynen bu çocuk gibi hissediyorum. Hikayenin en hararetli yerinde osuruğunu tutamayan ve etrafı karbonmonoksit, metan, hidrojen, oksijen, nitrojen beşlemesine boğan ben. Kısacası herşeyin içine gaz halinde eden ben. 
Erkeklerin öküzlüğü yazmakla, anlatmakla filan bitecek türden değil. Bir gün hoşlandığım çocuk bana "Hışşttt" diye mesaj atmıştı mesela. Hışt nedir ya? Kimsin sen Davut Güloğlu mu? Bu derece nezaket karşısında nutkum tutuldu haliyle. Gene de insani bir cevap yazdım sanırsam ama en doğrusu "Hoşşşşttt" yazıp kovalamak olurdu. Orası net.
Hoşt demişken sana bir de yöneticilerimizin en ayısından bahsedeyim. İki üst düzey yönetici bir gün birlikte arabayla ofise geliyorlar. Yaşlı olan mütemadiyen osuruyor. Diğerine de diyor ki: "Kusura bakma canım benim midem biraz bozuk, camları açıver." Bu kadar aleni yapanı da ilk defa görüyorum. Sahil beldelerinde ellerini götlerinin tam üstünde birleştirip, yayıla yayıla yürürken birasını yudumlayan, bankta oturan çocukların yanından geçerken osuruğunu kenara bırakıvereni gördüm. Bin TL'lik kulaklıklarıyla karizmatik karizmatik koşu bandında yürürken cozur diye osuranını da duydum. Ama 3 m2'lik aracın içinde birbirinin ağzının içine osuran üst düzeyleri de ilk defa duyuyorum. Niye indin arabadan? Ne güzel kurumsal kurumsal ossuruyorduk...

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Deli Beyhan

Hayat öyle garip ki, geri vites yapmanızı istediği zaman sizin için gerekli olan tüm koşulları bir araya getirmekte asla tereddüt etmiyor. Tüm hikayeler metin okuma dersinde öğrendiğimiz gibi giriş, gelişme, sonuç diye gitmiyor hayatta. Sonlandırdığımız hikayeler yeniden başlayıp, bir kez daha gelişebiliyor. Zaman hızla akarken sürekli geri dönüp bakarak onu durdurma eğiliminde oluyoruz ama o asla durmuyor. Alışkanlıklar, benliğimizde yer eden inançlar, korkular bizi mıh gibi soğuk betona sabitliyor. Yerimizden kıpırdayamıyoruz. Çivileri söküp çıkardığımızda bedenimizde ve ruhumuzda yeri doldurulamaz boşluklar oluşuyor.
Bencil hayatlarımızda, sadece kendimizi, çıkarlarımızı ve kişisel sorunlarımızı düşünerek yaşamaktan usanmıyoruz. Çocukların mutluluğu, kuşların sesi, çiçeklerin görüntüsü, denizin dalgaları ve bizden bağımsız ilerleyen diğer olaylar bizi ilgilendirmiyor. Keyif almayı unutmuşuz. Öyle bir an geliyor ki kendimizi çivilediğimiz betonlar arasında görünmez oluyoruz. Sonunda o soruyu sormaktan kendimizi alamıyoruz: "Hepsi bu mu?"
Hikayeme gelince.. Aklımda yer etmiş, geçmişe ait bir ev var. Duvarları dökük, camları ve merdivenleri kırık, içi çöplerle dolu iki katlı mavi badanalı bir ev: Deli Beyhan'ın evi. Sokakta oynarken canımız sıkıldığında birbirimizin suratına boş boş bakar, "Hadi Deli Beyhan'ın evine girelim" derdik ama o eve sadece bir kez girebildik. Beyhan'ın hüzünlü hikayesini ilk dinlediğimde çok etkilenmiştim. Bir rivayete göre kızımız çok zengin bir ailenin tek çocuğu. Hatta oturduğu o müstakil ev de kendisine ait. Tam evlenmek üzereyken nişanlısı onu terk ediyor ve bunun üzerine Beyhan aklını yitirip, sokaklara düşüyor. Ailesi de kendi itibarlarına zarar gelmemesi için (itibarlarına sıçtıklarımın) kızlarını tek başına bu eve kapatıyorlar. Ailesi öldükten sonra kıza bakacak kimse kalmıyor. Sokaklarda gezip, çöplerden yemek topluyor. Hava karardığında da, kapısız ve yıkık pervazlı, soğuk evine sığınıyor. Kirli battaniyesini üzerine çekip gazete kağıtlarıyla kaplı zeminde uyuyor. Hava karardığında evinden korkunç çığlıklar geliyor. Kendimden biliyorum, bu sesler en çok da küçük çocukları ürküyor. Eve girdiğimiz günü çok net hatırlıyorum. İçeride kimse yok, yerde fare ölüleri var. Bütün binanın duvarlarına leş gibi bir koku sinmiş. Duvarda camı kırık bir çerçeve, içi boş. Yerde kapağı olmayan, tozlara bulanmış kırmızı bir ruj. Her yeri kurcalıyoruz. Tam evden çıkarken Deli Beyhan bizi görüyor ve peşimizden deliler gibi (gibisi fazla) koşmaya başlıyor. Kaçıp saklanıyoruz. Bizi bulamıyor ve bağıra çağıra evine dönüyor.
Birileri deli dediğinde benim aklıma ilk Beyhan gelir, sonra Aysel Gürel, ondan sonra da senelerdir kapımızın önünde Büyük Altay diye tüm gücüyle bağıran adam. Geçmişinden kopamayan bu üç karakter bana hep bir ağızdan önüne bak diyor. Önüne bak dostum. 

8 Mayıs 2015 Cuma

7 Kocalı Hürmüz

İlk kocamdan ayrıldığım dönem... O ne ya? Duyan da Rıdvan Kılıç'tan ayrıldım, Sinan Engin'den çocuk yaptım, onu boşadım Mahsun'la sevgili oldum, hızımı alamayıp Soner Yapcacık'la evlendim, Tuncak Kıratlı, Gökhan Şükür derken hepsini boşadım Nihat Doğan'la lahmacun tadında bir aşk yaşadım, finali de türkücü Onur Şan'la evlenip boşanarak yaptım sanacak. Aslında yakın sayılır. Yani ileride bir Seda Sayan olmayı düşünüyor muyum? Büyük konuşmamak lazım derim :) 
Benim hikayem özetle şöyle: İki evlilik. İlki 1 yıl, ikincisi 8 ay. Neyse en başa dönersek... İlk kocamdan ayrıldığım dönem. 1 yıllık kabusun ardından insan içine yeni yeni çıkıyorum. Ömrümü yiyen akraba ziyaretleri, ıvır zıvırdan kurtulup arkadaşlarımla takılmaya başladım. Kendime 1+1 tam anlamıyla bir bekar evi tuttum. Doğum günümde hep birlikte, kalabalık, güzel bir kutlama yapmak istedik. Ben herkese şöyle bir mesaj attım. Benim evde parti var, istediğinizi getirin gelir. İnsanların istediklerinin bu kadar abuk olacağını düşünemedim tabii. Eşeklik bende... Benim o göt kadar evime 30 kişiyi bir şekilde sığdırdık. Yedik, içtik, sıçtık. Dairenin kapısı sürekli sonuna kadar açık, eve girip çıkan insanın haddi hesabı yok Çeteresini tutamaz olduk. Kafalar zaten çok güzel. 1 arkadaş geldi bana kapının önüne birisi çiçek bırakmış dedi. Gittim baktım. Dev gibi mermer vazo, içinde de yapma çiçekler... Herkes şok! Ulan diyoruz bu kimden geldi? Kimden geldi? O kadar ağırdı ki, akşama yataklara işeme riskini göze alarak, döndüre döndüre 3 kişi salona kadar sürükledik. Millet tarafından "Oooooo Kart... Anlayalım Kart... Kim gönderdi? O ne be dana kadarmış!" gibi söylemlere maruz kaldım. Bir yandan da gizemli Romeo'yu merak ediyorum. Neyse o gece çiçeğin sahibinden haber alamadık. Parti bitti, herkes evine gitti. Benim yüzümde kocaman bir gülümseme, uykuya daldım. Ertesi sabah bütün kızlar aradı. Hepsi aynı şeyi sordu: "Kim göndermiş çiçeği?" "Haber var mı mermerciden?" Bir hafta boyunca kimin çiçeği göndermiş olabileceğine dair beyin fırtınası yaptık.
"Eski kocan mı gönderdi acaba?"
"Iyyykkk yok lan ne alaka"
"Apartmana girerken akşamları asansörde kesiştiğin çocuk olmasın?"
"Yok be öküz kılıklı bir şey o."
Eski sevgililer, iş arkadaşları, aynı yerde yaşayan yakışıklılar, uzak, yakın tüm ihtimaller gözden geçirildi. Hala haber yok.
Bir akşam işten eve geldiğimde, bizim kapıcı Ali Bey beyaz atletiyle kapıda belirdi.
"Kart Hanum, eyi ağşamlar"
"İyi akşamlar Ali Bey."
"Kart Hanum, ben kesünlükle eminüm süzde değüldür ama bizüm aşağuda doğtor bey var. 1 haftadur kapının girüşündeki vazosunu arıyör. Ben gene de bir sorayım dedüm."
Başta anlayamadım. "Yok bende vazo filan" dedim, kapıyı kapattım. Sonra salonun köşesinde duran dikili taş gözüme ilişti. Hemen Ali Bey'i aradım. Adamın yüzündeki o dehşet dolu bakışları asla unutmayacağım. :)))) Mermer parçasını beraber döndüre döndüre dışarı çıkardık. Ali Bey duruma anlam veremedi. Ali Bey sana bari buradan yazayım. O gün sana söyleyemedim, hafif şoktaydım. Ben hırsız değilim Ali Bey. Beni haftalarca kekleyen bazı gerizekalı arkadaşlarım olabilir. Ben de onlara inanacak kadar salak olabilirim. Ama çok şükür henüz muayenehanenin çiçeğini çalıp da gizli hayranım kapıma bırakmış diyecek noktaya gelmedim. Bu da böyle biline... 

21 Nisan 2015 Salı

Sanat için...

Göt yalamak da bir sanattır. Yanlış duymadın... Kesinlikle bir ön çalışmayı, ortamdan, şahıstan bağımsız olmayı gerektirir ve tabii ki doğru darbeleri beraberinde getirir. Ne diyorum ben ya... İş hayatında bu sıradan bir durum. Yani sabah işe geldiğinde bilgisayarını açıp gazeteleri okuman kadar doğal. Ya da ne bileyim çay içmek, fotokopi çekmek kadar normal bir ihtiyaç. Kısaca günün getirilerinden biri diyelim :)
Bugün iş yerinde yepyeni bir yalama tarzıyla karşı karşıya kaldım ve işin bu boyuta vardığını görmek beni derinden sarstı. Demek ki ihtiyaç duyuyor kız demekten kendimi alamadım. Şimdi benim "üst düzey" bir yöneticiyle çalıştığımı göz önünde bulundurursak hikaye biraz daha anlam kazanacak.
Bugün ortak iletişim ağından bana bir mesaj geldi. Mesajı gönderen İK Müdürü. Mesaj şöyle diyor: "Günaydın Kart Hanım. Üst Düzey Yönetici Bey az önce toplantıya girdi. Hızla içeriye girdiği için kendisine ne içeceğini soramadık. Genelde kendileri ne içer? Lütfen hemen bana yazabilir misiniz?"
Gerçekten sıyırmış ya... Bunun başka bir açıklaması yok. Yaladığı götler başını döndürmüş. Yoksa hiçbir zihniyet böyle bir mesaj atamaz. Sanat için sanat yapıyorsun anlıyorum ablacım. Sanata saygımız sonsuz. Ama itiraf etmem lazım ki, o ön dişlerdeki kahverengi azcık içimi kaldırdı...

20 Nisan 2015 Pazartesi

itiraf.com


Küçükken sokağa çıkmadan önce annelerimizden para koparamadıysak, çocuklar bir şeyler aşırmak için bakkala hep beni yollarlardı. Çünkü sokakta oynayan veletlerin en temiz yüzlüsü ve en saftiriği bendim. Bakkal amca arkasını döndüğünde önümdeki tezgahta ne varsa cebime indirirdim. Sonra da bunları kankitolarımla paylaşırdım. Kendimi bir bakıma Robin Hood'un Kahramanlar şubesi gibi hissediyordum.
Üniversite'de babamın yolladığı paraları ilk günden harcadığım için dolmuşa verecek param kalmazdı. Dikimevi - Bahçelievler dolmuşuna binip en arka sıradaki cam kenarına geçer, dev gibi cüssemi olabildiğince küçültüp, kulaklıklarımı takar, camdan dışarıyı seyrediyormuş gibi yapardım. Dolmuşçu "PARASINI GÖNDEREMEYEN VARRRR MIIII!!!???" diye kıçını yırtar, bense hiç oralı olmazdım. Sırf bu yüzden mezun olup iş bulur bulmaz dolmuşlara fazladan para verip üstünü almadan indim.
Bir ara deli gibi kredi kartı borcu yaptım. Ödeyemeyince bir şeyleri satmayı kafaya koydum. Kendi evimde elle tutulur bir şey bulamayınca annemin evine gittim. Bileziklerini sakladığı zulayı biliyordum. Kemeraltı'ndan çakma altın bilezikler aldım. Evde yokken gidip gerçek olanları çakmalarıyla değiştirdim. Amacım çalışıp aldığım (yani aşırdığım) bilezikleri yerine koymaktı. Tam hepsini tamamlıyorum, tamamladım derken annem beni aradı: "Kart, baban bilezikleri almış. Yerine de sahtelerini koymuş. Gözü kör olasıca..." Ben tabii dumur oldum. Annem benden asla böyle birşey beklemediği için tam gaz babama giydiriyor. "Anne..." dedim. "O bendim..." Allahım yaşadığım mahcubiyeti kelimelere dökmem mümkün değil. Bir arkadaşı "Altın yükseldi. Sende bilezik filan varsa git bir fiyatını sor." gibi bir şeyler söylemiş. Bunun üzerine annem de sahte bilezikleri alıp kuyumcuya gitmiş. Rezilliğe bak. Kadına bir de sahtekar muamelesi yapmışlar. Annem o günden sonra bir daha o kuyumcuya adımını atmadı.
Bir de Ankara Gima'dan gofret çalmışlığım var ama regl dönemime denk geldiği için onu zaruri ihtiyaçtan sayıyorum. En azından yurtta karşı odamda kalan kız gibi saç spreyiyle kosla tül deterjanı çalmadım. Tül deterjanı çalmak nedir amk... ABC reklamındaki Binnur Kaya'mısın? Tanrım sen beni affet... 

17 Nisan 2015 Cuma

Hadi kalk da bana bi çay koy...


Bu sabah bir kez daha "Fuck the system" diye uyandım anne :) Aşağıya indim, arabaya doğru yürürken kahvede oturan iki adam kendi aralarında konuşuyorlardı.

Tıfıl: "Hüseyin Abi, çay var mı?"
Hüseyin: "Var tabii oğlum yaptık ya içerde..."
Tıfıl: "Hüseyin Abi, hadi kalk bana bi çay koy"
Hüseyin: "Çay koy ne la! Kalk kendin koy! Çay koy da neymiş"

:)))) Hüseyin Abim be... O an bağırmak istedim "İşte bu be!" Ivır zıvır işlerle Hüseyin Abi'yi niye oyalıyorsun. Bize de saçma salak işler yüklendiğinde neden Hüseyin Abi'nin rahatlığında olamıyoruz. Ben gidiyorum. Kendime kıraathane açmaya...

16 Nisan 2015 Perşembe

Canın sağolsun

Soran olunca "İşte öyle blog açtım. Naçizane atıp tutuyorum eş dost okusun diye..." götünden sallayan ben, içten içe biliyorum ki; tek derdim dünyanın en ünlü yazarı olmak. Tamam bokunu çıkarmayalım; belki dünyanın değil ama Türkiye'nin... Düşününce gene rakipler güçlü... Mizah alanında mı desek? Ya kendime "Bi siktir git" demek istiyorum şu noktada! Hayaller bile küçülmüş kalmış, annemin çamaşırlarımı yıkarken 90 derecede kaynattığı kazaklarıma dönmüş. İncicaps'teki ikiye bölünmüş sayfada altındaki kırmızı bandın üzerinde HAYALLER / HAYATLAR yazan apaçi esprilerine bağlamış. Daha noolsun!!!
Yazı yazma sevdamı babama borçluyum. Ama sakın öyle NY logolu şapka takan, haftasonları kızını beyzbol maçlarına götüren, odanın kapısını çekinerek çalıp "Kart, konuşmak istermisin?" diye soran Amerikan filmi babaları aklına gelmesin. Beklentiyi yükseltme hemen. Ayrıca fazla uzaklara da gitme, Türk dizilerine gel. Ordaki babaların aynısı mı? Tabii ki hayır. Çok daha beter :) Dizilerde bir senarist olduğu için hareketlerde genel bir tutarlılık var. Neticede absürt komedi de bile abartı bir yere kadar. 
Her insan kendisini farklı ifade eder. Konuşmak da bir yöntem tabii... Yani dinleyen varsa keyifli... Kendi kendine konuşmak toplum tarafından pek hoş karşılanmadığı için dinlemeyen çoksa ister istemez yazmaya meylediyorsun. Ben de öyle yaptım. Yazdım. Kimse dinlemedi ama benim kendimle diyaloglarım tam gaz devam etti. Yaklaşık 12 tane günlüğüm vardı. Taaa ki...
Annemle babam boşanma arifesindeydi. Aynı evde, ayrı odalarda hayatlarını sürdürüyorlardı. Ben onlarla yaşamıyordum ama arada bir gidip ikisinin de gönlünü hoş etmem icap ediyordu. Babam cimrilikten evin tüm odalarını ısıtmıyor, bu nedenle de benim odamda yatıp kalkıyordu. Bir gün odaya girdim. Almış benim tüm günlüklerimi üst üste koymuş, surat muşmula. "Bunlar ne?" dedim. "Sen daha iyi bilirsin!" dedi. Olayın özeti şu; adam üşenmemiş benim 12 sene, 365 gün boyunca yazdığım günlüklerin hepsini teeeeekkkk teeeeekkk okumuş. E soraydın bana anlatırdım daha hızlı biterdi. :)) Bir de dersine öyle iyi çalışmış ki, beğenmediği sayfaların da uçlarını kıvırmış, sayko gibi notlar almış. Yazdıklarım yüzünden uzun süre benimle konuşmadı. Ben de topladım hepsini, teeeeekkkk teeeeekkk yırttım. Son sözlerim bizzat şahsına babacığım: Konuşmama izin vermedin, bari yazdıklarımı dinleseydin. Önceki gün boşandım. Telefonumda kayıtlı olan, olmayan herkes aradı, sordu. Hepsiyle de konuştum. Hepsi dinlediler. Bir senin numaran çıkmadı ekranda. Yine de canın sağolsun... 

8 Nisan 2015 Çarşamba

Masallaaaaaaa... Masallaaaaaa...


Dinlediğim tüm masallar beni inanmamam gereken bir çok şeye inandırdı. İnsanların yardımsever, erkeklerin centilmen, kurbağaların prens olabileceğine filan... Gün geldi masallara inanmayı bıraktım. İnsanların günü kurtarmak için yaşadıklarına, erkeklerin kendi götlerini bile toplamaktan aciz olduklarına, şişko, egoist, İsmail Türüt kılıklı heriflerden prens olmayacağına ikna oldum. 
Gel gör ki akıllandım mı? Tabii ki hayır. Neden mi? Eee çünkü yalanlar güzel, gerçekler acı. Aynen devam amk...
Sene 1998... Henüz 16 yaşındayım. Yazlıkta aşık olduğum bir çocuk var. Çocuk çok yakışıklı, uzun boylu, sempatik, cool, gitar çalıyor. Az çok gözünün önüne gelmiştir zaten... Biraz da kendimden bahsedeyim. O sıralar mayodan bikiniye yeni terfi etmişim. Senelerin beyaz göbeği bu, ha diyince Eda Taşpınar bronzluğu beklemeyeceksin haliyle... Ama göbeğimle vücudumun diğer uzuvları arasındaki renk farkı Türk bayrağı kadar bariz olunca, pislik arkadaşlarım beni karşıdan gelirken gördükleri anda "KIRMIZI!!!... BEYAZZZZZ!!!... EN BÜYÜÜÜÜKKKK!!! KARTIN GÖBEĞİİİİİİ..." diye bağırmaktan kendilerini alamıyordu. (Bak hala içimden sövüyorum)
Bir akşam yine banklarda oturuyoruz. Kalabalığız. Sitede herkesin kendi grubu var. Bu çocuğun da 2 tane kankası var, paso birlikte takılıyorlar. Gitarıyla önümüzden geçerken bizim gruptan birisine selam verdi. Ben de nerden geldiğini bilmediğim bir öz güven patlamasıyla, yırtık dondan çıkar gibi çocuğa "Gitay Taydak mısın bu akşam?" dedim. Kimse bi bok anlamadı haliyle. Bir daha sordum gene aynı "Gitay Taydak mısın?"... "Gitay..." derken çocuk bastı gitti. Benim ipnetor arkadaşlarımın gülmekten gözünden yaş geldi. Ulan "Gitar çalacak mısın?" diye sormak bu kadar mı zor... Sonra aynı gece bunun tipsiz arkadaşlarından biri bana çıkma teklif etti. Sırf bu çocuğa yakın olayım diye o kekomançiyle 2 sene çıktım. İpucunu verdim işte. Düzgün bir psikoloji bekleme artık benden... 

3 Nisan 2015 Cuma

Orda tek başına duran masum bir direk varmış...


Bir beyaz yakalının Cuma günü mesai bitince başlar. Çalışanlar mesai biter bitmez, zil çalınca sırt çantalarını sağa sola savurarak, ayaklarını kıçlarına değdirerek koşan ilköğretim öğrencileri gibi şirketten sıvışmaya bakarlar. Şanslıysan mesain 5'te, daha az şanslıysan 6'da biter; gerçek bir garabetlik örneğiysen Cuma akşamı mesaiye kalırsın. Ben bu son ihtimali aklımın ucundan bile geçirmeden, mutlu sonlu olanını hayal etmek istiyorum.
Cuma gününün son dakikalarının içine sıçacak bir karakter varsa o da birazdan sana bahsedeceğim insan tipidir. Sana bir hikaye anlatıp, bundan kıssadan hisse çıkarmanı bekleyen kabzotekler. Zamanında "Bir Demet Tiyatro"da Necdet Tosun'un oynadığı "Eyvah Necdet" diye bir karakter vardı. Aynı ona benzetiyorum ben bunları. "Martılar vardır, bilir misin..." diye başlayıp sana laf sokan cinsten :) Muhabbetin devamı öve öve kendini bitirememe seanslarıyla sona erer. Tabii erebilirse! Çok sever bu tipler adamı alçıya almayı. Bi de sonuna kadar mal gibi dinlemek zorunda kalırsın. Bir ayağın geri viteste öyle göt gibi kalırsın masasının başında. Anlattığı da bir boka benzemiyordur ama dinlemek zorunda hissedersin kendini... Ta ki mesai bitene... Tüm trafik bok olana dek... Ah Necdet ah! Şurda tek başına duran direği bilir misin Necdet! İşte o sana girsin...

2 Nisan 2015 Perşembe

Allah gecinden versin de...


Bir işyeri hayal et. Yaş ortalaması 55 olsun. Yaklaşık 800 çalışanı var haa!! Sakın yanlış anlaşılmasın. Artık sen düşün en yaşlı dedemiz kaç yaşında ki, sayesinde ortalama bu kadar yüksek. Hayatında bu kadar yaşlıyı kassan bir arada bulamazsın. Huzur evine, hastanelerden birinin dahiliye salonuna ya da devlet dairesine gitmen, olmadı sabah erkenden uyanıp 7:45 Ümraniye - Üsküdar otobüsüne filan binmen lazım. Koridorlarda yürürken gözler direk Rick Grimes'ı, Daryl Dixon'ı filan arıyor. Malum "Walking Dead" sahnesi gibi. Ama dizinin bu versiyonunda başrolleri hep zombiler kapmış. Öyle yakışıklı cıvırların işi yok burda. Fizik tedavi sonuç vermiş, hepsi bastonu atmış ama işte henüz kelliğe, şişkoluğa ve buruşukluğa çare bulamamışlar.
Mesela bir toplantı düzenliyorsun. Toplantı bitince amcaların hepsi koşa koşa dışarı çıkıyor. Ulan diyorum bu dedeler nereye koşuyor? Birbirlerine çarpa çarpa kendilerini wc ye zor atıyorlar. Sanırsın Şişli Etfal Hastanesi :) Donlara doldurmaca... Amcalarda prostat varmış ondanmış bu panik... 
Ya amca git evine yat ya... Dolanma ortalıkta, yaşlı bezini al, kasketini geçir kafana, torun tombalakla uğraş. Toplantıymış oymuş buymuş. Fani dünya!!! Geberip gidecen haberin yok!

29 Mart 2015 Pazar

Anı defteri


Öncelikle kalbin kadar temiz bu sayfayı bana ayırdığın için... Eskiden böyle yazardık birbirimizin anı defterlerine. Kalpler aynen o derece temizdi. Böyle akça pakça. Sonra büyüdük, ne olduysa o zaman oldu. İşin içine para girdi; hırslar girdi; ego girdi. O defterler katran karası bir hal aldı. Önceden yazdıklarımızı bile okuyamaz olduk. O güzel temiz sayfaları karaladık, uçlarını kopardık, üstlerine kahve döktük, sigara külleri attık. Defterdeki tüm sayfalar teker teker yitene dek... Yeni bir defter almak lazım.

24 Mart 2015 Salı

Fantezi Adamı Elma Yanak

Sene 2010... Öğretmenlik meretiyle uğraşıyor ve lise öğrencilerinin gazabına maruz kalarak yaşam mücadelesi veriyorum. Gene başımızda cadıdan olma, zombiden doğma bir hatun var. Sonra diyorsun ki cinsiyet ayrımcılığı yapma! Gel de sen yapma! Neyse dediğim gibi bu cadı Sheila bizim bölüm başkanı... Kendisi bizi it gibi çalıştırıp arada bir yönetime kırıtarak paraları cebe atıyor. O sırada okul yeni açıldığı için hepimiz canhıraş çalışıyoruz. Zaman zaman günde on saat arka arkaya derse giriyoruz ama dert etmiyoruz. Zaten okulun sahibi klimacı :) Kendisi Kemeraltı'nın iyi bilinen esnaflarından... Okul işinde para var hacı demişler, amcam da belli ki "Girek la madem para varsa" demiş.
Okulun müdürü de bomba. Adam güya Türkçe öğretmeni ama şöyle konuşuyor. "Geri dönütlerinizi bekliyorum." :))) ya da "Çeketlerinizi geyin" (Türkçe meali : "Arkadaşlar rica etsem ceketlerinizi giyer misiniz?").
Gel zaman git zaman bunlar tutturdular: "Okulumuzda yabancı öğretmenler olması lazım. Dil sahibinden öğrenilir. Neytiv spikırlara ihtiyacımız var" diye.
Cadı Sheila da tam gaz internet üzerinden başvuru kabul etmeye başladı. Fazla para da vermek istemedikleri için görüşmeye öğretmenlik tecrübesi olmayan, yeni mezun, zooloji okumuş adaylar geliyor. Bizim bölüm başkanı için hava hoş. Getirdi başımıza bıraktı Coni'yi gitti. Garibim bir süre boktan bir otelde kaldı. Sonra klimacı dayı "Çogggg masraf oluyorrrr. Eve çıgsın!" diye emretti. Biz de 12 saat geçirdiğimiz okuldan arta kalan zamanda da Coni'ye ev bakmaya başladık. Sürekli emlakçılarla konuşuyoruz, internette araştırma yapıyoruz ama bekar bir Coni'ye evini vermek isteyen çıkmıyor. Bir gün Coni'yle koridorda yürürken elma yanaklı okul müdürü yolumuzu kesti. Adam testeredeki bisikletli elma yanaklıya inanılmaz benziyordu. Bana döndü ve dedi ki: "Şimdi söylediklerimi harfiyen Coni'ye tercüme etmeni istiyorum kızım. Söyle ona çok üzgünüm." Coni'ye döndüm "Müdür Bey çok üzgünmüş Coni dedim." Coni anlayışla başını salladı. Müdür devam etti: "Dün gece hiç uyumadım." "Coni, Müdür dün gece hiç uyumamış." Coni anlamsız anlamsız suratıma bakarken Müdür "Durmadan Coni'yi düşündüm." diye ekledi. "Hep seni düşünmüş." Coni bunları duyunca dehşete kapıldı :)))). Çocuk da ben de şoktayız. Ben gülmemek için dudaklarımı ısırıyorum. "Coni'ye en kısa zamanda sıcak bir yuva bulacağımızı söyle" dedi. Dudaklarını içe kıvırarak "Kartcım senin desteğin lazım bu konuda" dedi ve o sırada deri ceketiyle ortalarda dolaşan, kamyoncu kılıklı ilkokul müdiresi bunu odasına çağırdı, elma yanak da koşarak yanımızdan ayrıldı. Günün geri kalanında bunu cümle aleme anlatıp güldüğümüzü söylememe gerek yok herhalde.
Sonra ne mi oldu? Biz bu kamyoncuyla birlikte Coni'ye ev kiralamaya gittik. Yanlış duymadın. Müdire Dayıyla (Bayana benzeyen tek bir yanı bile olmadığı için böyle diyorum) birlikte gittik. Coni 6 ay kadar bizimle çalıştıktan sonra memleketine dönme karar aldı. Muhtemelen vardığında taşını toprağını öpmüştür, duvarlardaki Rönesans fresklerini yalamıştır. Kendisinden bir daha haber alamadık ama olsun. Kendine iyi bak Coni. Bunu okuma ihtimalin yok ama olsun gene de sorucam: "Kaçtın kurtuldun köftehor biz naapalım?"

23 Mart 2015 Pazartesi

Eğitim şart



Üç haftadır burda çalışıyorum. Bana "Ne yapıyorsun?" diye sorsan cevabım "İyi be sen naapıyorsun?" olur. Özetle durumlar böyle... Allah e-kitabı bulandan razı olsun. Bu dolu dolu geçen çalışma saatlerimde kitap okuyup kişisel gelişimimi tamamlıyorum. İş yoğunluğu bu şekilde devam ederse, James Joyce'un Türkiye şubesi olurum. Şimdi sana müdürümle aramızda geçen bazı muhteşem diyaloglardan bahsetmek istiyorum:

Varan 1 
Müdür: "Ben bugün burda mıyım Kart Hanım?"
Kart: "Burdasınız Müdür Bey."
Müdür: "Tamam. Burdayım". (İç ses: Katatonik Şizofreni!!!)

Varan 2
Müdür: "Kart Hanım şu dolma kaleme uygun bir tüp alır mısınız lütfen?" (İç ses: Hala tüplü dolma kalemle yazı yazan varmış enteresan...)
Bir kaç saat sonra...
Kart: "Aldım. Buyrun Müdür Bey."
Müdür: "Nerden aldınız?"
Kart: "Kırtasiyeden..." (İç ses: Yufkacıdan!!!)

İtiraf ediyorum daha vasıfsız bir işim olmamıştı. Öğrencilik yıllarımda Armada'da ayakkabı tanıtım hostesliği yaptığımı saymazsak, ya da kart tanıtımı, ya da animasyon, ya da... Galiba sorun sende değil bende...

Pazartesi Sendromu

Pazartesi... Günah keçisi... Kimsenin sevmediği, işe giderken kendini kesimhaneye giden damızlık gibi hissettiğin, trafiğin hep kabus olduğu o muhteşem gün... Haftaya onunla başlarsın, diyete de, yeni işine de... Kısacası tüm başlangıçlar gibi belirsiz, bir o kadar da sevimsiz bir gün... Misal bundan iki hafta önce Pazartesi günü yeni bir işe başladım. Tam da bahsettiğim gibi bir gündü. Şirket turu adı altında bir işkenceye maruz kaldım. İK Müdürü'nün arkasında hızlı adımlarla ilerlerken etrafa attığım yavru tapir bakışlarımla turumuza devam ediyorduk. Herhalde 95 kişinin filan elini sıkmış, sırıtmaktan jokere dönmüştüm. Bu sahte ifadeyle ortalıkta dolaşırken kendimi düğünde gibi hissettim. Ne kepaze bir durum... Hani damatla gelin ilk dansın ardından keseyi kollarına takıp tek tek masaları dolaşır, misafirleri öper ve para dilenir ya... Ööööööp ööööp ööp ööp öp... Miden bulanana kadar öp... Çok benzer bir hissiyat...
Esas anlatacağım olaya geçmeden önce sana bir karakterden bahsetmem lazım: Ahmet Amca. Kendisi yazlıktaki karşı komşumuz olur. Nasıl birisi mi? Öncelikle şöyle söyleyeyim alınma, darılma gibi bir huyu asla yoktur. Kapıdan kovarsın bacadan girer. Babam kendisini genelde ıslıkla çağırır. Başta bu durum bana biraz garip gelmişti ama zamanla alıştım. Bu adam eskimiş masa örtülerinden karısına bandana yaptırıp kafasına takar. Zihnin açıklık durumunu artık var sen düşün... Her sabah babama yalakalık olsun diye onunla koşuya çıkar, bir de birlikte masa tenisi oynarlar. Arada bir ortadan kaybolur. Herkes bilir ki böyle zamanlarda köylüyü zarara uğratmaya köye gitmiştir. Döndüğünde arabasında çuval çuval un, pirinç, kömür vs. olur. Kısaca Ahmet Amca çok "sevilesi", hatta uzaktan geldiğini gördüğün anda yol değiştirilesi bir insandır...
İşteki ilk günümde Ahmet Amca'ya rastlamak paha biçilmezdi. IK direktörü ve IK müdürüyle kurumsal kurumsal sohbet ederken kapıda birden bunu gördüm. Tüm yılışıklığıyla karşımda dikiliyordu. Önce sarıldı öptü. Ben inanılmaz tepkisizim. Sonra baktı olmuyor, hızını alamadı, tekrar sarıldı öptü. Kurduğu cümleleri yazarken bile utanıyorum. "Bebitom naber? Minnoşum benim ya... Kuzucuğum... Bunlar kuzucuklarımız bizim. Canlarımız bizim. Nasılsın kuzucuğum? Annen, baban nasıl?" Benden cevap: "İyiler, Ahmet Bey. Sağolun." İçimden nasıl ağır küfürler ediyorum belli değil ama adam durmuyor: "Bu benim elimde büyüdü. Küçücüktü. Çok iyi çalışandır haaa. Çok çalışkandır. Ailesi de çok iyi insanlardır." "Sağolun Ahmet Bey, teşekkürler." Ya pardon da bu ne samimiyet? İstersen müdürler çıksınlar biz seninle birdir bir oynayalım. Ahmet Amca'nın benden senelerin öcünü bu şekilde aldığına inanıyorum. Denize giderken yolda karşılaştığımızda suratına bakmadığım zamanların, her fırsatta beni ne kadar uyuz ettiğini anlatan bakışlarımın öcünü aldı. Sayende artık buradaki çalışma hayatıma ense tokat göte şaplak modunda devam edebilirim. Teşekkürler Ahmet Amca.

20 Mart 2015 Cuma

Şat dı fak ap! Yo madda faka!!!


En son 2013 baharında buraya yazdığıma göre arada olabileceklerden bir haber kalmış sen sevgili bloğum bilmelisin ki; yaşam beni pek de güzel sürprizlerle  karşılamadı. Böyle bir girizgaha ne gerek vardı? Bence çok gerek vardı. Birazdan yazacaklarımın nedenini böylelikle anlayacaksın ey okuyucu!!! Sonra vay efendim yazdıkların çok hard core oldu filan yapma bana...
İş yerinde en çok nefret ettiğim şeyi buldum. Karılar...  Karılar diyorum çünkü bunlar onlara iş dünyasında hitap edildiği üzere "Bayan", "Hanım" ya da türevleri değiller. Bunlar bildiğin karı... Dedikoducu, suratsız, cadaloz, sevimsiz karılar... Kim demiş insanları sınıflandırmamak lazım diye. Her iyinin içinde bir kötülük, her kötünün içinde bir iyilik...Yin, Yang... Hassiktir ordan! Yok öyle bir şey. İnsanlar kendi sınıflarını kendileri belirliyorlar zaten. Senin bir şey yapmana gerek kalmıyor. 
Bu ablalar işe gelmesin ya... Herkesin bir tarzı var. Yeni mezun kızlara hayatı zindan etmesinler. Stajyerleri üzmesinler... Kadın programları var bir sürü :) Orda burda içlerindeki bu boktan enerjilerini göbek atarak harcasınlar mesela... Ya da o hırsla balkon süpürsünler, temizlik yapsınlar, çocuklarına terlik atsınlar, halı silkelesinler, mahalle kavgasında ara dayağı yesinler ama şirketlerden uzak dursunlar... Lütfen. Rica ediyorum.