28 Ekim 2016 Cuma

Anarşi

Hep hayal kırıklığı... Mesela son günün olsa ve "Yaşadığın iyi bir hayat mıydı?" diye sorsalar,  ne derdin kısmına hiç takılmıyorum. Benim için önemli olan "Neye göre cevap verirdin? Büyük resme göre mi? Yoksa beyninin içini tırmalayan beyninden atamadığın bir kaç anıya göre mi?" Çünkü kendi adıma ben, bazen o büyük resimden hızla uzaklaştığımı hissediyorum. Duygular, düşünceler ve davranışlar asla birleşmeyeceğiz diye haykırarak isyan ediyorlar. Bu bir başkaldırı. Araya bir müzik giriyor, sevdiğim bir oyuncu dönüp büyük bir laf ediyor ve bu üçlü tahmin bile edemeyeceğin uzaklıktaki uçlara savruluyorlar.
Sıvı kaybına yol açan gözyaşlarımın açığını kapatmak için gidip mutfaktan su alıp içiyorum ve bu kadar zor olmak zorunda mı diye düşünmeden edemiyorum. Şu "Akıllanmadıkça aynı şeyi defalarca yaşarsın" muhabbeti işte. Yapılması gerekeni bilirsin de kılını kıpırdatmak istemezsin ya... Aynen öyle. Olması gerekenlerle olanlar arasında geçen şu hayatımızda, verdiğimiz kararların ne kadarı gerçekten bize ait? Ne kadarında bir bütünlük var? Ne kadarını eylemlerle destekleyebiliyoruz?

16 Ekim 2016 Pazar

Mutluluktan bir haber ver dilek taşı...


Bu akşam gerçekten ama gerçekten mutlu olduğum en son fotoğrafı bulmaya çalıştım. İnan bana zaman tünelinde oldukça geçmişe gitmem gerekti. Neden eskisi kadar kolay değil mutlu olmak bilmiyorum, ama fotoğraflara bakan orta zekadaki bir insanın anlayabileceği gibi mutlu görünmüyorum. Kendi boktan, bencil ve kişisel mutluluklarımı unutup daha geniş bir çerçeveden baktığımda her zamankinden daha mutsuz olacağımı hiç düşünememiştim. Çünkü benim için mutluluk hep oradaydı. Elimi uzattığımda ulaşabileceğim bir yerde... Kurduğum güzel bir hayalde, bir çift anlamlı sözde, çam ağaçlarının kokusunda, balık beklediği için kendisini sevdirmeye çalışan şişko bir kedide, penceremin pervazına konan bir kuşun sesinde... Kısacası her yerdeydi. Ne yazık ki artık pek de öyle sayılmaz... 
İnsanları öncelikleri belirler diye boşa dememişler. Mutluluğu, huzura değiştiğimden beri, kumar masasında kazandığı pulları eve götürüp bozdurmayan ve bozdurmadığı sürece bir boka yaramayacaklarını bile bile, parayı değil ille de o pulları tercih eden bir deli gibiyim. Bugün internette bir fotoğraf gördüm. Kaktüsle balon aynı yataktalar, geri zekalı balonun her yerinde yara bantları var ama hala kaktüse hayran hayran bakıp sırıtıyor. Peki bu durumda suç kaktüste mi balonda mı?
Hayattaki mutlulukların bir sıralaması olduğundan eminim. Bazılarının bir katma değeri var. Mutlusun, enerjin yüksek ve bu senin hayata bağlanmanı, bir şeyler için çabalamanı sağlıyor. Al sana yararlı mutluluk. Mutlusun, ama eroin tadında, aldın ve daha fazlasının peşindesin, bunun için de her şeyi yapmaya hazırsın. Bence en güzeli başkasının gözünde görebildiğin mutluluk. Çünkü o mutluluk çoğu zaman sana huzur olarak geri dönüyor. İşte ben bunu çok seviyorum. 

1 Eylül 2016 Perşembe

ATS farkı


Geçenlerde bir arkadaşımla Kaş'a gittik. O nasıl bir güzellik ya... İnsan bakmalara kıyamaz. Neyse ikimiz de karar verdik, hayatımızda ilk defa çadırda kalacağız. Sırt çantalarımızla indik merkeze, ordan kamp alanına yürüdük. Herşey güzel, asayiş berkemal. İki gece kaldık. Artık dönüşe geçiyoruz. Bu arada kamp hayatı oldukça transparanmış bunu öğrenmiş olduk. Arkadaşım her sabah erkenden koştuğu için, bir sabah nahoş bir görüntüyle karşılaşmış. Tek şeffaf olan şeyin Kaş'ın denizi ya da kamp çadırının cibinliği değil, bize yer bulan amcanın donu olduğuna da böylece şahit olmuş oldu. Abinin şortu göbekten kasıyordu herhalde, kendisi erken uyananlara böyle ciciş sürprizler hazırlamayı atlamamış. Kızcağız yaşadığı travmayı bir hafta üzerinden atamadı. 
Herneyse... Dönüş yolunda otostop çektik. Bir araba durdu. İçinde İstanbullu bir çift. Bütün yol sigaranın zararlarından bahseder gibi otostobun ne kadar kötü bir şey olduğundan bahsettiler. Ulan ne bok yemeye aldınız bizi o zaman diyemedik. Öyle vik vik derken Akyaka ayrımına gelmişiz. İndik biraz Akyaka'da takıldık. Dönüş için otostop şansımızı denedik ama muşmula suratlı 300 Muğlalılar varken hiç şansımız yoktu. Biz de minibüse binip otogarda indik. Önce muğla simidi mi alsak, biletimi ayarlasak derken dedik hadi önce bileti halledelim. Doğal olarak Pamukkale ve Kamil Koç'a bakıyoruz. İkisi de 20:45 dedi. Başka firmalara da bakalım derken ordan bir dayı bize seslendi: "Bizde 20:30'a bilet var."
Aaa süpermiş deyip atladık. Sanki 15 dk'dan ne bok olacaksa. 
"Size 25 olur" dedi. Allah dedik tamamdır. Bu başladı anlatmaya "Varan'ın firmasını aldı ATS. Şu anda en iyi firma, otobisleri en hariga otobisler. ATS de gendi gızlarının baş harfleri. Bütün Gamil Goç, Pamuggale hepsinin şoförlerini topladı. İkibin fazladan verdi, en iyi şoförleri gaptı." 
"Tamam. Süper. Servis var mı?"
"45 ilde servisimiz var. En çog servis olan firma şu anda."
Bu arada kendi aramızda simit alalım diye konuşuyoruz. Hemen atladı:
"Ortadaginden alın. Onun simitleri pegmezle yapılmış, ötegileringi tatlı su"
Tamam dedik. Verdik paraları. Simitleri aldık. Gittik perona. 
Varan 1 simitler bayat çıktı. Otobüs saat 21:00'de geldi. Uzaktan geliyormuş. Bize 25 tl olur demişti ya, biletin üzerindeki fiyat 24 tl'ymiş. Sonradan fark ettik. Otobüse bindik, en önde camda dantelli bir türk bayrağı vardı. En önde oturuyoruz. Önümüzdeki banko gibi şeyin üzerinde 1980'lerden kalma bir araç küllüğü. :))) Otobüs şoförünün emekliliği gelmiş geçiyor. Neyse yaklaşık dört buçuk saatte İzmir'e vardık. Servis bakıyoruz. ATS servisleri. Adamların servisi yokmuş. Otogar servislerine bindik ve döndük. 
Teşekkürler ATS (Atiye, Tennube ve Selma). Eşsiz bir seyahat oldu. Seni hiç unutmayacağız. 

ATS farkı


Geçenlerde bir arkadaşımla Kaş'a gittik. O nasıl bir güzellik ya... İnsan bakmalara kıyamaz. Neyse ikimiz de karar verdik, hayatımızda ilk defa çadırda kalacağız. Sırt çantalarımızla indik merkeze, ordan kamp alanına yürüdük. Herşey güzel, asayiş berkemal. İki gece kaldık. Artık dönüşe geçiyoruz. Bu arada kamp hayatı oldukça transparanmış bunu öğrenmiş olduk. Arkadaşım her sabah erkenden koştuğu için, bir sabah nahoş bir görüntüyle karşılaşmış. Tek şeffaf olan şeyin Kaş'ın denizi ya da kamp çadırının cibinliği değil, bize yer bulan amcanın donu olduğuna da böylece şahit olmuş oldu. Abinin şortu göbekten kasıyordu herhalde, kendisi erken uyananlara böyle ciciş sürprizler hazırlamayı atlamamış. Kızcağız yaşadığı travmayı bir hafta üzerinden atamadı. 
Herneyse... Dönüş yolunda otostop çektik. Bir araba durdu. İçinde İstanbullu bir çift. Bütün yol sigaranın zararlarından bahseder gibi otostobun ne kadar kötü bir şey olduğundan bahsettiler. Ulan ne bok yemeye aldınız bizi o zaman diyemedik. Öyle vik vik derken Akyaka ayrımına gelmişiz. İndik biraz Akyaka'da takıldık. Dönüş için otostop şansımızı denedik ama muşmula suratlı 300 Muğlalılar varken hiç ihtimal yoktu. Biz de minibüse binip otogarda indik. Önce Muğla simidi mi alsak, bileti mi ayarlasak derken dedik hadi önce bileti halledelim. Doğal olarak Pamukkale ve Kamil Koç'a bakıyoruz. İkisi de 20:45 dedi. Başka firmalara da bakalım derken ordan bir dayı bize seslendi: "Bizde 20:30'a bilet var."
Aaa süpermiş deyip atladık. Sanki 15 dk'dan ne bok olacaksa. 
"Size 25 tl olur" dedi. Allah dedik tamamdır. Bu başladı anlatmaya "Varan'ın firmasını aldı ATS. Şu anda en iyi firma, otobisleri en hariga otobisler. ATS de gendi gızlarının baş harfleri. Bütün Gamil Goç, Pamuggale hepsinin şoförlerini topladı. İkibin fazladan verdi, en iyi şoförleri gaptı. Bana bir dahagi sefere teşeggür edecegsiniz." 
"Tamam. Süper. Servis var mı?"
"45 ilde servisimiz var. En çog servis olan firma şu anda."
Bu arada kendi aramızda simit alalım diye konuşuyoruz. Hemen atladı:
"Ortadaginden alın. Onun simitleri pegmezle yapılmış, ötegileringi tatlı su"
Tamam dedik. Verdik paraları. Simitleri aldık. Gittik perona. 
Varan 1 simitler bayat çıktı. Otobüs saat 21:00'de geldi. Uzaktan geliyormuş. Bize 25 tl olur demişti ya, biletin üzerindeki fiyat 24 tl'ymiş. Sonradan fark ettik. Otobüse bindik, ön camda dantelli bir türk bayrağı vardı. En önde oturuyoruz. Önümüzdeki banko gibi şeyin üzerinde 1980'lerden kalma bir araç küllüğü. :))) Otobüs şoförünün emekliliği gelmiş geçiyor. Neyse yaklaşık dört buçuk saatte İzmir'e vardık. Servis bakıyoruz. ATS servisleri. Adamların servisi yokmuş. Otogar servislerine bindik ve döndük. 
Diyeceğim o ki, Teşekkürler ATS (Atiye, Tennube ve Selma) ve bize bileti aldıran totoş dayı. Eşsiz bir seyahat oldu. Seni hiç unutmayacağız. 

Hoşçakalın


Beş yaşındayken piyano derslerine başladım. Daha ilk ders "Do-re-do-re-do-re" diye başlayınca, fenalık geçirip kendimi yerçekimine emanet ettim. Monotonluk beni bozdu. Diğer tüm notalara dokunma isteğim ağır bastı. Bale, yüzme, basketbol, voleybol ... Hepsini denedim. Hiçbirini layığıyla yapamadım. Ben de gittim.
Büyüdüm. İşler değişti. Bir sürü işe girdim. Biri bile beni cezbetmedi. Mış gibi yapamadım. İstedikleri olamadım. Haksızlığa göz yumamadım. Düzene uyamadım. Hem yordum, hem yoruldum. Gittim.
Bir çok insan tanıdım. Üzdüm, üzüldüm, kırdım, kırıldım. Bazen methiyeler düzdüm, yeri geldi en ağır küfürleri ardı ardına sıraladım. Herşey karşılıklı tabii, zaman oldu el üstünde tutuldum, bittiğinde bir kenarda unutuldum. Bir türlü bir adem evladına kendimi anlatamadım. Gittim. 
İdeolojilerden boğuldum. Yorumlardan soğudum. İnsanların körlüğü canıma tak etti. Cehaletle yoğuruldum. Kurtuluşu sonunda yine kendimde buldum. Gittim. 
Can bu dedim, canımdan oldum. Dost kelimesini unuttum. En sonunda "Sen de mi Brütüs?" diyen yine ben oldum. Gittim. 
Yol güzel, gel beraber gidelim. Efendim? "Cehennemin dibine git" mi diyorsun. Peki o halde ben gittim. 

çit

Yaşamda istemeden yaptığımız her şey, beynimizi zincirlerle çevreleyen, sıkıştıran, başımızı ağrıtan hayali çitler aslında. Bunlardan arınmanın ne kadar kolay olduğunu göremeyen ben ve milyonlarca insan sürekli bu zincirlerin halkalarını daha da daraltarak yaşamımıza devam ediyoruz.

22 Nisan 2016 Cuma

Neden delirdim?


Neden delirdim diye bir kitap yazmak istiyorum. Neden mi? Çünkü delirdim. Sadece bu yüzden... Başka da hiçbir açıklaması yok.
Çoğu zaman kendim de dahil olmak üzere insanları anlamakta zorlanıyorum. Kendimi sokakta oynayan çocukların yanına yanaşmaya çalışan köpek yavrusu gibi hissediyorum. Onların beni ciğerimden kan gelene kadar tekmeleyeceğini, kuyruğumu koparıp, beni zalimce taşlayacaklarını bile bile, o çocukları kendime benzetip yanlarına sokuluyorum. Onlar çocuk olmadılar. Ben oldum. Hatta o kadar çocuk oldum ki hep çocuk kaldım. Bu yüzden karanlık tarafa geçmediğim çoğu zaman o zihinlerinden neler geçtiğini anlayamıyorum. 
Bu yazımı sana ithaf ediyorum "Requiem". İçindeki karanlığa teslim olduğun gün aramızdaki tüm bağ koptu. Mistisizmin ve spritüalizmin seni özel bir insan yaptığını düşünsen de üzgünüm ama sadece bulanık olan zihnin bu saçmalıklarla daha da bulutlandı. İçine girdiğin boşlukta kaybolmamanı diliyorum ve seni sonsuza dek serbest bırakıyorum. Beni dahil edemediğin o karanlığın aydınlık olduğuna inanıyorsun ve yanılıyorsun. Her beni gördüğünde daha da hırslanıyor, yok olmamı istiyorsun. Bunu bakışlarından hissedebiliyorum. Dün bunu kelimelere döktün ve ipleri tamamen koparmak istedin. Seni anlıyorum. Sadece şunu bil, bazen fazla aydınlık karanlıkla aynı şeydir. Işığa bakamadığın zamanları hatırla. Senin için dua edeceğim. Üzgünüm ama bundan sonra senin için sadece bunu yapabilirim. Belki de en çok ihtiyacın olan budur. 

15 Nisan 2016 Cuma

Çay tabağında salata...


Yine mevsimlerden sonbahar... Ben bir aile şirketinde işe başlamışım. Şirkette toplam 12 kişiyiz ama şirket sahibi kendine CEO diyor, oğlu Genel Müdür, karısı Finans Direktörü, kızı da şirketin Uluslararası İlişkiler Direktörü :)))) Hayır zaten şunun şurasında kaç kişiyiz. Herkes müdür, herkes direktör. Bir tek benim ünvanım her zamanki gibi sorumlu. Yani baş sorunlu :) 
Finans Direktörünün görevi ay sonunda sigortadan kaçırdıkları paranın üstünü 0,1 kuruşuna kadar hesaplayıp, çalışanın avucuna yerleştirmek; efendime söyleyeyim iki oda bir salon ofisteki kameraları takip edip, çalışanlar ne yapıyorlar diye araştırma yapmak, cep telefonlarına zoom yapıp mesajları okumak; Mutfak ve Temizlik Müdürünü azarlamak ve yapılan alışverişlere burnunu sokmak filan gibi tamamen finansla alakalı konularla ilgilenmek. CEO'nun görevi uzun cümleler kurup çalışanı bayıltmak, kötü ve yaşlı espriler yapıp tüm çalışanların içini bayıltmak ve herkesi panikletmeye çalışırken kendisini panikletip götünü oradan buraya hoplatmak. Uluslararası İlişkiler Direktörü'nün görevi ise kötü İngilizcesiyle her boka burnunu sokup yapılan anlaşmaları bozmak, wc'de selfie çekilmek ve diyet yapmak. Genel Müdür'ün işleri o kadar genel ki, buraya yazacak bir şey bulamıyorum. 
Sana öğle yemeklerimizden bahsetmek isterim. Durumu tam anlamıyla "Doya Doya Şirketim" olarak adlandırabiliriz. Yapılan yemekler kişi başı bir avuç olarak hesaplanıp, salatalar çay tabağında, yoğurt 4 kaşık civarı tek kasede, makarnalar tatlı tabağında sunulmakta, yanlışlıkla şirkette et piştiğinde fazladan bir kaşık konulması durumunda Finans Direktörü, Mutfak ve Temizlik Müdürü'nün kalçasından o eti cerrahi operasyonla alıp yemeğe eklemekteydi. Tabii bu durum aile bireyleri için biraz farklı işlemekteydi. Bizimle asla ve asla yemeğe oturmadıkları gibi, bizden sonra kendileri için oğlak çevirttikleri doğrudur. Bir gün yanlışlıkla toplantı salonunun kapısı aralandı da bizim CEO'nun içinde bir Erol Taş varmış. Hep birlikte buna şahit olduk. 
Örneğin tuvalet kağıdı sorunsalı. Her gün 12 kişinin kullanması için 1 tuvalet kağıdı wc'ye yerleştirilir. Artık sabah erkenden sıçtın sıçtın. Sıçamadın seçenekler belli. Günlük tuvalet kağıdı hakkını doldurdun demektir. Bu arada şirketin velinimeti sayıldığı için tüm tuvalet kağıtları tabii ki Finans Direktörü'nün odasındaki kilitli dolaplar ardında saklanmaktadır.  
Daha çok uzun anlatırım ama daralıyorum biliyor musun... Kısacası bil istedim. Böyle boktan bir yer de var dünya üzerinde. İçinde barındırdığı 4 boktan insanı ihya eden, diğer tüm çalışanları sinir eden bir yer. Böyle yerler azalarak bitsin. Bir çok tekrarlayan dileğimden birisi de bu. 

14 Nisan 2016 Perşembe

Bombom şekeri


Kabiliyetsiz müdürlerle çalışmaktan bıktım. Sabah ofise giriyorum 55 yaş üstü emekli bir topluluk karşımda. Kapıyı açar açmaz, ılık ılık odaya sinmiş, leş gibi bir yumurta kokusu... Artık götlerini mi tutamıyorlar nedir osuruk dolmuş sanki odanın içi... Burada birisi çakmak çaksa hep birlikte ilk Türk uzay mekiğine rakip oluruz yeminle. TDK uzaya gidecek ilk astronota "Gökmen" densin buyurmuş. Burada Gökmen biraz zor ama Götmen fazlasıyla var. Ben de ofise ilk gelen, yumurta kokulu götlere "Götmen" densin diyorum. Hadi bakalım... Hodri meydan. Haliyle ilk iş, koşarak pencereyi açıyorum. Allahtan bacaklar uzun yoksa kapıdan pencereye gidene kadar ben sizlere ömür. Üzerine Raid sıkılmış hamam böceği gibi önce duraklar, sonra afallar, yerde ters dönüverirdim valla. Ofisteki bu kabiliyetsiz müdürlerden biri çok komik. Yani hep saydırırım ya müdürlere. Genelde aşağılık tipler olurlar. Bu öyle değil ya. Bildiğin geri zekalı bu. Hani geri zekalıya geri zekalı da denmez, ayıptır ya... İşte öyle bir vicdan azabı kendisi. Patronun da bir numaralı yalakası :) Kendisinin kişisel özellikleri bunlar... Tabii ki dahası da var. Konuşurken heyecanlandığında kekeliyor. Örneğin: "Numuneler nerede kaldı Götmen Bey?" "H-h-h-hangi numuneler?" Ya da mesela sinirlendiğinde bombomlaması. Evet bombomluyor. Şöyle ki: "Unuttunuz herhalde o gönderiyi Götmen Bey". "H-h-hayır unutmadım canım ne münasebet." Ansızın yumurta kokulu götünü sana dönüp ve başlar "Bom bom bom bom... Bom bom bom bom" :))))))) Şarkı söylüyor. Seni takmıyor ya. Mutlu o aslında. Çaktırmıyor :) İşte böyle yapınca tamam diyorum. Benden nefret ediyor şu an. Bir de bok atması meşhur. "Onunla Kart hanım ilgileniyordu" deyip kirli gözlüklerinin ardından patates patates dönüp telaşla bakması yok mu :) yumurta kokulu totonu ısırırlar senin. Götmen.  

6 Şubat 2016 Cumartesi

Şemsiye ne zaman açılmıyordu?


Şemsiye... Evet şemsiye... Bazıları yağmur yağdığında her köşe başında satılan 10 tl'lik şemsiye gibidir. En osuruktan yağmurda bile ters dönüp ne olduğunu şaşar bunlar. Tipleri kayıverir. Eve gidene kadar bu boku nereme sokucam diye düşünür durursun. Çok büyük ihtimalle de son durak apartmanın önündeki çöp bidonu olur. Peki hasır şemsiyeler? Hani şu yazlıklarda kuma çakılan şemsiyelerden bahsediyorum. Onları girdikleri çukurdan ancak sokan çıkarabilir. Fırtınada, yağmurda kazulet gibi yerinden kıpıradamayan cinsten. Tutunmuş bir kere hayata, hiç bırakmamacasına. 
Babam iki gün önce bypass ameliyatı oldu. Kendisi önümüzdeki ay 79 yaşına girecek. Bugün kalktı ayağa, yürümeye başladı. Ha buraya nerden mi geldim. Onu diyeceğim... Tam bir hasır şemsiye. Gerçi bunu söylememe bile gerek yok herhalde... Kendisinin 100 yaşına kadar yaşama fantezisi var. Bu hayatta plastik şemsiyelerle hiç işi olmayan biri. Hatta o kadar sert ki, fırtınada yağmurda bırak zarar görmek, birilerinin kafasına düşerek pekmezini akıtma garantisinde... Allah sağlıklı ömür versin, görünüşe göre de verecek. Ha bir de diğer şemsiyelere az da olsa hayatta kalma şansı... Plastikten yapmayın şunları ya, bozuluyorlar. Bir dost... 
NOT: Göte giren şemsiye açılmıyor. Evet.  

13 Ocak 2016 Çarşamba

Kara sinek


Yazın ortasında bunalıp da pencereyi araladığında içeri giren ve sinirini bozan çirkin kara sinekler vardır. Gazetenin ucuyla ittirirsin, bunu yaparken bile etli etli hissedersin hayvanı sinirini bozar, bununla da kalmaz iğrenç sesler çıkarır. Çok uğraşırsın dışarı çıkması için ama çıkmaz, uğraştırır seni. Camın büyüsüne kapılmış gibidir. İki seçeneğin vardır: Ya beklersin, kendi kendine geldiği yerden çıkar gider; ya da sabredemez hırsla yapıştırıverirsin gazeteyi, camda izi kalır. Bazı insanlara benzetiyorum ben bu kara sinekleri. En savunmasız anında hayatına giren, seni yoran, kovalasan da gitmeyen, uğraştıran, bunaltan, istemediğin anda gelen, beklemediğin anda giden. Hayatından çıkması gerektiği anda dost kalamadığın ancak tamamen silerek, yok ederek kurtulabildiğin zavallılar. Bence insan değiller onlar. Olsa olsa kara sinek.