21 Nisan 2015 Salı

Sanat için...

Göt yalamak da bir sanattır. Yanlış duymadın... Kesinlikle bir ön çalışmayı, ortamdan, şahıstan bağımsız olmayı gerektirir ve tabii ki doğru darbeleri beraberinde getirir. Ne diyorum ben ya... İş hayatında bu sıradan bir durum. Yani sabah işe geldiğinde bilgisayarını açıp gazeteleri okuman kadar doğal. Ya da ne bileyim çay içmek, fotokopi çekmek kadar normal bir ihtiyaç. Kısaca günün getirilerinden biri diyelim :)
Bugün iş yerinde yepyeni bir yalama tarzıyla karşı karşıya kaldım ve işin bu boyuta vardığını görmek beni derinden sarstı. Demek ki ihtiyaç duyuyor kız demekten kendimi alamadım. Şimdi benim "üst düzey" bir yöneticiyle çalıştığımı göz önünde bulundurursak hikaye biraz daha anlam kazanacak.
Bugün ortak iletişim ağından bana bir mesaj geldi. Mesajı gönderen İK Müdürü. Mesaj şöyle diyor: "Günaydın Kart Hanım. Üst Düzey Yönetici Bey az önce toplantıya girdi. Hızla içeriye girdiği için kendisine ne içeceğini soramadık. Genelde kendileri ne içer? Lütfen hemen bana yazabilir misiniz?"
Gerçekten sıyırmış ya... Bunun başka bir açıklaması yok. Yaladığı götler başını döndürmüş. Yoksa hiçbir zihniyet böyle bir mesaj atamaz. Sanat için sanat yapıyorsun anlıyorum ablacım. Sanata saygımız sonsuz. Ama itiraf etmem lazım ki, o ön dişlerdeki kahverengi azcık içimi kaldırdı...

20 Nisan 2015 Pazartesi

itiraf.com


Küçükken sokağa çıkmadan önce annelerimizden para koparamadıysak, çocuklar bir şeyler aşırmak için bakkala hep beni yollarlardı. Çünkü sokakta oynayan veletlerin en temiz yüzlüsü ve en saftiriği bendim. Bakkal amca arkasını döndüğünde önümdeki tezgahta ne varsa cebime indirirdim. Sonra da bunları kankitolarımla paylaşırdım. Kendimi bir bakıma Robin Hood'un Kahramanlar şubesi gibi hissediyordum.
Üniversite'de babamın yolladığı paraları ilk günden harcadığım için dolmuşa verecek param kalmazdı. Dikimevi - Bahçelievler dolmuşuna binip en arka sıradaki cam kenarına geçer, dev gibi cüssemi olabildiğince küçültüp, kulaklıklarımı takar, camdan dışarıyı seyrediyormuş gibi yapardım. Dolmuşçu "PARASINI GÖNDEREMEYEN VARRRR MIIII!!!???" diye kıçını yırtar, bense hiç oralı olmazdım. Sırf bu yüzden mezun olup iş bulur bulmaz dolmuşlara fazladan para verip üstünü almadan indim.
Bir ara deli gibi kredi kartı borcu yaptım. Ödeyemeyince bir şeyleri satmayı kafaya koydum. Kendi evimde elle tutulur bir şey bulamayınca annemin evine gittim. Bileziklerini sakladığı zulayı biliyordum. Kemeraltı'ndan çakma altın bilezikler aldım. Evde yokken gidip gerçek olanları çakmalarıyla değiştirdim. Amacım çalışıp aldığım (yani aşırdığım) bilezikleri yerine koymaktı. Tam hepsini tamamlıyorum, tamamladım derken annem beni aradı: "Kart, baban bilezikleri almış. Yerine de sahtelerini koymuş. Gözü kör olasıca..." Ben tabii dumur oldum. Annem benden asla böyle birşey beklemediği için tam gaz babama giydiriyor. "Anne..." dedim. "O bendim..." Allahım yaşadığım mahcubiyeti kelimelere dökmem mümkün değil. Bir arkadaşı "Altın yükseldi. Sende bilezik filan varsa git bir fiyatını sor." gibi bir şeyler söylemiş. Bunun üzerine annem de sahte bilezikleri alıp kuyumcuya gitmiş. Rezilliğe bak. Kadına bir de sahtekar muamelesi yapmışlar. Annem o günden sonra bir daha o kuyumcuya adımını atmadı.
Bir de Ankara Gima'dan gofret çalmışlığım var ama regl dönemime denk geldiği için onu zaruri ihtiyaçtan sayıyorum. En azından yurtta karşı odamda kalan kız gibi saç spreyiyle kosla tül deterjanı çalmadım. Tül deterjanı çalmak nedir amk... ABC reklamındaki Binnur Kaya'mısın? Tanrım sen beni affet... 

17 Nisan 2015 Cuma

Hadi kalk da bana bi çay koy...


Bu sabah bir kez daha "Fuck the system" diye uyandım anne :) Aşağıya indim, arabaya doğru yürürken kahvede oturan iki adam kendi aralarında konuşuyorlardı.

Tıfıl: "Hüseyin Abi, çay var mı?"
Hüseyin: "Var tabii oğlum yaptık ya içerde..."
Tıfıl: "Hüseyin Abi, hadi kalk bana bi çay koy"
Hüseyin: "Çay koy ne la! Kalk kendin koy! Çay koy da neymiş"

:)))) Hüseyin Abim be... O an bağırmak istedim "İşte bu be!" Ivır zıvır işlerle Hüseyin Abi'yi niye oyalıyorsun. Bize de saçma salak işler yüklendiğinde neden Hüseyin Abi'nin rahatlığında olamıyoruz. Ben gidiyorum. Kendime kıraathane açmaya...

16 Nisan 2015 Perşembe

Canın sağolsun

Soran olunca "İşte öyle blog açtım. Naçizane atıp tutuyorum eş dost okusun diye..." götünden sallayan ben, içten içe biliyorum ki; tek derdim dünyanın en ünlü yazarı olmak. Tamam bokunu çıkarmayalım; belki dünyanın değil ama Türkiye'nin... Düşününce gene rakipler güçlü... Mizah alanında mı desek? Ya kendime "Bi siktir git" demek istiyorum şu noktada! Hayaller bile küçülmüş kalmış, annemin çamaşırlarımı yıkarken 90 derecede kaynattığı kazaklarıma dönmüş. İncicaps'teki ikiye bölünmüş sayfada altındaki kırmızı bandın üzerinde HAYALLER / HAYATLAR yazan apaçi esprilerine bağlamış. Daha noolsun!!!
Yazı yazma sevdamı babama borçluyum. Ama sakın öyle NY logolu şapka takan, haftasonları kızını beyzbol maçlarına götüren, odanın kapısını çekinerek çalıp "Kart, konuşmak istermisin?" diye soran Amerikan filmi babaları aklına gelmesin. Beklentiyi yükseltme hemen. Ayrıca fazla uzaklara da gitme, Türk dizilerine gel. Ordaki babaların aynısı mı? Tabii ki hayır. Çok daha beter :) Dizilerde bir senarist olduğu için hareketlerde genel bir tutarlılık var. Neticede absürt komedi de bile abartı bir yere kadar. 
Her insan kendisini farklı ifade eder. Konuşmak da bir yöntem tabii... Yani dinleyen varsa keyifli... Kendi kendine konuşmak toplum tarafından pek hoş karşılanmadığı için dinlemeyen çoksa ister istemez yazmaya meylediyorsun. Ben de öyle yaptım. Yazdım. Kimse dinlemedi ama benim kendimle diyaloglarım tam gaz devam etti. Yaklaşık 12 tane günlüğüm vardı. Taaa ki...
Annemle babam boşanma arifesindeydi. Aynı evde, ayrı odalarda hayatlarını sürdürüyorlardı. Ben onlarla yaşamıyordum ama arada bir gidip ikisinin de gönlünü hoş etmem icap ediyordu. Babam cimrilikten evin tüm odalarını ısıtmıyor, bu nedenle de benim odamda yatıp kalkıyordu. Bir gün odaya girdim. Almış benim tüm günlüklerimi üst üste koymuş, surat muşmula. "Bunlar ne?" dedim. "Sen daha iyi bilirsin!" dedi. Olayın özeti şu; adam üşenmemiş benim 12 sene, 365 gün boyunca yazdığım günlüklerin hepsini teeeeekkkk teeeeekkk okumuş. E soraydın bana anlatırdım daha hızlı biterdi. :)) Bir de dersine öyle iyi çalışmış ki, beğenmediği sayfaların da uçlarını kıvırmış, sayko gibi notlar almış. Yazdıklarım yüzünden uzun süre benimle konuşmadı. Ben de topladım hepsini, teeeeekkkk teeeeekkk yırttım. Son sözlerim bizzat şahsına babacığım: Konuşmama izin vermedin, bari yazdıklarımı dinleseydin. Önceki gün boşandım. Telefonumda kayıtlı olan, olmayan herkes aradı, sordu. Hepsiyle de konuştum. Hepsi dinlediler. Bir senin numaran çıkmadı ekranda. Yine de canın sağolsun... 

8 Nisan 2015 Çarşamba

Masallaaaaaaa... Masallaaaaaa...


Dinlediğim tüm masallar beni inanmamam gereken bir çok şeye inandırdı. İnsanların yardımsever, erkeklerin centilmen, kurbağaların prens olabileceğine filan... Gün geldi masallara inanmayı bıraktım. İnsanların günü kurtarmak için yaşadıklarına, erkeklerin kendi götlerini bile toplamaktan aciz olduklarına, şişko, egoist, İsmail Türüt kılıklı heriflerden prens olmayacağına ikna oldum. 
Gel gör ki akıllandım mı? Tabii ki hayır. Neden mi? Eee çünkü yalanlar güzel, gerçekler acı. Aynen devam amk...
Sene 1998... Henüz 16 yaşındayım. Yazlıkta aşık olduğum bir çocuk var. Çocuk çok yakışıklı, uzun boylu, sempatik, cool, gitar çalıyor. Az çok gözünün önüne gelmiştir zaten... Biraz da kendimden bahsedeyim. O sıralar mayodan bikiniye yeni terfi etmişim. Senelerin beyaz göbeği bu, ha diyince Eda Taşpınar bronzluğu beklemeyeceksin haliyle... Ama göbeğimle vücudumun diğer uzuvları arasındaki renk farkı Türk bayrağı kadar bariz olunca, pislik arkadaşlarım beni karşıdan gelirken gördükleri anda "KIRMIZI!!!... BEYAZZZZZ!!!... EN BÜYÜÜÜÜKKKK!!! KARTIN GÖBEĞİİİİİİ..." diye bağırmaktan kendilerini alamıyordu. (Bak hala içimden sövüyorum)
Bir akşam yine banklarda oturuyoruz. Kalabalığız. Sitede herkesin kendi grubu var. Bu çocuğun da 2 tane kankası var, paso birlikte takılıyorlar. Gitarıyla önümüzden geçerken bizim gruptan birisine selam verdi. Ben de nerden geldiğini bilmediğim bir öz güven patlamasıyla, yırtık dondan çıkar gibi çocuğa "Gitay Taydak mısın bu akşam?" dedim. Kimse bi bok anlamadı haliyle. Bir daha sordum gene aynı "Gitay Taydak mısın?"... "Gitay..." derken çocuk bastı gitti. Benim ipnetor arkadaşlarımın gülmekten gözünden yaş geldi. Ulan "Gitar çalacak mısın?" diye sormak bu kadar mı zor... Sonra aynı gece bunun tipsiz arkadaşlarından biri bana çıkma teklif etti. Sırf bu çocuğa yakın olayım diye o kekomançiyle 2 sene çıktım. İpucunu verdim işte. Düzgün bir psikoloji bekleme artık benden... 

3 Nisan 2015 Cuma

Orda tek başına duran masum bir direk varmış...


Bir beyaz yakalının Cuma günü mesai bitince başlar. Çalışanlar mesai biter bitmez, zil çalınca sırt çantalarını sağa sola savurarak, ayaklarını kıçlarına değdirerek koşan ilköğretim öğrencileri gibi şirketten sıvışmaya bakarlar. Şanslıysan mesain 5'te, daha az şanslıysan 6'da biter; gerçek bir garabetlik örneğiysen Cuma akşamı mesaiye kalırsın. Ben bu son ihtimali aklımın ucundan bile geçirmeden, mutlu sonlu olanını hayal etmek istiyorum.
Cuma gününün son dakikalarının içine sıçacak bir karakter varsa o da birazdan sana bahsedeceğim insan tipidir. Sana bir hikaye anlatıp, bundan kıssadan hisse çıkarmanı bekleyen kabzotekler. Zamanında "Bir Demet Tiyatro"da Necdet Tosun'un oynadığı "Eyvah Necdet" diye bir karakter vardı. Aynı ona benzetiyorum ben bunları. "Martılar vardır, bilir misin..." diye başlayıp sana laf sokan cinsten :) Muhabbetin devamı öve öve kendini bitirememe seanslarıyla sona erer. Tabii erebilirse! Çok sever bu tipler adamı alçıya almayı. Bi de sonuna kadar mal gibi dinlemek zorunda kalırsın. Bir ayağın geri viteste öyle göt gibi kalırsın masasının başında. Anlattığı da bir boka benzemiyordur ama dinlemek zorunda hissedersin kendini... Ta ki mesai bitene... Tüm trafik bok olana dek... Ah Necdet ah! Şurda tek başına duran direği bilir misin Necdet! İşte o sana girsin...

2 Nisan 2015 Perşembe

Allah gecinden versin de...


Bir işyeri hayal et. Yaş ortalaması 55 olsun. Yaklaşık 800 çalışanı var haa!! Sakın yanlış anlaşılmasın. Artık sen düşün en yaşlı dedemiz kaç yaşında ki, sayesinde ortalama bu kadar yüksek. Hayatında bu kadar yaşlıyı kassan bir arada bulamazsın. Huzur evine, hastanelerden birinin dahiliye salonuna ya da devlet dairesine gitmen, olmadı sabah erkenden uyanıp 7:45 Ümraniye - Üsküdar otobüsüne filan binmen lazım. Koridorlarda yürürken gözler direk Rick Grimes'ı, Daryl Dixon'ı filan arıyor. Malum "Walking Dead" sahnesi gibi. Ama dizinin bu versiyonunda başrolleri hep zombiler kapmış. Öyle yakışıklı cıvırların işi yok burda. Fizik tedavi sonuç vermiş, hepsi bastonu atmış ama işte henüz kelliğe, şişkoluğa ve buruşukluğa çare bulamamışlar.
Mesela bir toplantı düzenliyorsun. Toplantı bitince amcaların hepsi koşa koşa dışarı çıkıyor. Ulan diyorum bu dedeler nereye koşuyor? Birbirlerine çarpa çarpa kendilerini wc ye zor atıyorlar. Sanırsın Şişli Etfal Hastanesi :) Donlara doldurmaca... Amcalarda prostat varmış ondanmış bu panik... 
Ya amca git evine yat ya... Dolanma ortalıkta, yaşlı bezini al, kasketini geçir kafana, torun tombalakla uğraş. Toplantıymış oymuş buymuş. Fani dünya!!! Geberip gidecen haberin yok!