28 Mayıs 2015 Perşembe

Pardon biz bakir koy arıyoruz...

Rahmetliyle Sakız adasına gitmiştik. Bir motor kiraladık. Kendisi kapasitesiz olduğu için bayan olarak motoru ben kullanıyorum, o da arkamda oturuyor. O motorla turistlerin hiç uğramadığı koylara gittik. Kendi aramızda da sürekli konuşuyoruz. "Ne kadar bakir koylar var ya, vay anasını... Böyle yerler de var mıymış?" diye diye dolaşıyoruz. Ağzıma dolandı bir kere bu "bakir koy" geyiği. Tatil bitti, geri döndük. Kuzenler dediler ki Marmaris'e gidelim, arabayla Datça, Fethiye vs. her gün bir yeri gezelim. Neyse bindik oraya da gittik. Datça'da gidebileceğimiz güzel bir koy arıyoruz. Zaten her yer tahmin edebileceğin gibi yemyeşil ve masmavi. Arabada 6 kişiyiz. Çoğunluk kadın. 75 yaşındaki teyzem de bizimle geldi. Gideceğimiz yere karar veremedik. Şöyle güzel, temiz bir koy arıyoruz. O sırada da inşaattan çıkan bir amele sağdan sağdan yürüyor. Durduk yanında. 
Ben kafamı çıkardım ve adama aynen şöyle sordum: 
"Pardon. Afedersiniz. Ehihihihi buralarda bakir bir koy var mı acaba?" 
Adam hepimizin suratına teker teker mal gibi baktıktan sonra: 
"Bakir koy... Baaaakiirrrr koyyyyyy..." dedi ve kendisini güncellemeye aldı. İki dakika sonra...  
"Cık. Yok abla buralarda bakir koy falan. Ama ilerde bir çıplaklar kampı var. 2 km ötede."
Böylece bakir koy filan bulamadık ama az ileride normal insanların denize girdiği ortalama bir plaj bulduk. Orada girdik denizimize. Ama şundan eminim adamın hafızasında çok marjinal bir ekip olarak kaldık. Herifço kesin kendi kendine "Bunlar ne ayak la...","Eee ben varım bakir. Buradaki en bakir şey benim boşa dolanmayın ortalıklarda" demiştir. 

Ourobos Döngüsü

Dün gece rüyamda elimi kolumu sallaya sallaya bir sınır kapısından geçiyordum. Sanırsam gerçek hayatta da tam o noktadayım. Sınır kapısında. Dante'nin Araf'ında. Cennet ve Cehennem'in arasında. Bir sıçrayış yapmam lazım. Her yer labirent. Duvarlar yüksek. Çıkamazsam sonsuza kadar burada kalabilirim. Çıkarsam orada bir yerlerde mutlu olabilirim. Bilemiyorum o kadarını.
Sana bugün atalarımın evlilik konusundaki garabetliğinden bahsedeceğim. Dedem yani babamın babası tam dört kez evlendi. Son karısıyla olan nikahında ben bile vardım. Diğer dedem, yani annemin babası iki kez evlenmiş ama o dedemi hiç görmedim, gördüysem de hatırlamıyorum. Babam iki kez evlendi, iki kez boşandı. Üvey ağabeyim iki kez evlendi, iki kez boşandı. Babaannem iki kez evlendi. Ben iki kez evlendim iki kez boşandım. Annemle babam boşandı, hemen ardından teyzemle eniştem de boşandı. Kısacası bizde boşanmanın irsi olduğunu düşünüyorum. Aksini düşünen?
Önceleri evlenemem evde kalırım diye korkuyordum. Evlenmeden önce bir sürü çocukla da kırıştırdım ne bok yiyeceğim diye panikliyordum. Hem sonra çoluk çocuk yapmak lazım bilmem ne... Ardından kör topal bir herif buldum, koştur koştur evlendim. Eee tabii bir boka benzemedi, boşandık. Evlenip boşanınca bu defa da evlendim ayrıldım ne bok yiyeceğim triplerine girdim. Şimdi ikinci evliliğim de bitti ama kafam çok güzel :) Her zaman söylerim ilk boşanma = tragedya, ikincisi = komedya. Sonuç olarak şunu çok iyi biliyorum ki; ben bu laneti kırmadıkça bendeki bu *Ouroboros döngüsü sonsuza dek devam edecek.

*Tıkla: Ouroboros

22 Mayıs 2015 Cuma

Dep... dep...depresyonum depreşti

18 yaşında şu olacak, bu olacak, hayat bambaşka olacak filan derler de, o gün geldiğinde bir bok olmaz ya... İşte hislerim aynen öyle. Dulkadiroğulları gibi kaldım öylesine. Sanki yüzyıldır yalnızım gibi geliyor. Instagramda birlikte ablak fotolarını koyup da kendilerini #balım#gülüm#boncuğum diye apır sapır hashtaglerle etiketleyen çiftlere ağzımda biriktirdiğim tükürüğümle hönkürmek, nerden çıktıysanız oraya girin demek istiyorum.
Haftasonu tek başıma denize gittim. Millete söylediğimde "Allah allah naaptın orda tek başına?" filan gibi sorulara maruz kaldım. Kabul ediyorum böyle yalnız tatiller pek tarzım değil. Ama gidince anladım ki insansız hava sahasına ihtiyaç duyuyorum ben. Ya da belki de tam tersi. Gerçekten sapıtmış vaziyetteyim. Tam olarak ne istediğimden bile emin olamıyorum. Yalnızlığın elini bir tutuyor, bir bırakıyorum. Benimle gelmek istese de gelemiyor çoğu zaman, onu bile bok gibi ortada bırakıp gidiyorum.
Fuarda koşarken sarı yağmurluklu bir çocuk bana sürekli gülümseyerek selam veriyor. Bazen "Kokuştu o üstündeki, her gün aynı şeyi giyiyorsun." demek geliyor içimden, susuyorum. Yanımdan hızla geçtiği için de bu kadar uzun cümle kuramıyor olabilirim. Yine de onun bana bakıp gülümsüyor olması, şimdilerde hala yaşıyorsun demesiyle aynı anlama geliyor. Onun dışında da batı cephesinde yeni bir şey yok. Hayat tüm monotonluğu ve uyan-işe git-sıkıl-yemek ye-spor yap-uyu-uyan-işe git... rutiniyle devam ediyor. Bazen düşünüyorum da hiç fena olmazdı. Hadi hazır başlamışken sana da biraz götlük olsun, ne düşünüyorum söylemeyeceğim.

14 Mayıs 2015 Perşembe

Hışşşttt!!!

Ankaralı bir arkadaşım İzmirli bir çocuğa çok aşıktı. Sabah akşam bize bu çocuktan bahsediyor. Yok şöyle tatlı, böyle yakışıklı bilmem ne... Neyse kız bir gün bunun evine gidiyor. Yiyip, içip takılıyorlar, sonra kız diyor ki "Benim gitmem lazım." Çocuk gitme diyor. Bunlar kapının önünde gidicem, gitme, gidicem, gitme diye bir süre inatlaşıyorlar. Çocuğun elinde de kola var. Bir yandan kola içiyor, bir yandan da kızı çekiştiriyor. Çocuk: "Gitme yoksa sana karate yaparım" diyor ve bacağını kaldırıyor. Kolanın azizliğiyle çocuk ansızın COOOOORTTTTTTT diye osuruyor. Kızla çocuk göz göze geliyorlar. Kız hiç sesini çıkarmadan kapıyı çekip çıkıyor. Bazen kendimi aynen bu çocuk gibi hissediyorum. Hikayenin en hararetli yerinde osuruğunu tutamayan ve etrafı karbonmonoksit, metan, hidrojen, oksijen, nitrojen beşlemesine boğan ben. Kısacası herşeyin içine gaz halinde eden ben. 
Erkeklerin öküzlüğü yazmakla, anlatmakla filan bitecek türden değil. Bir gün hoşlandığım çocuk bana "Hışşttt" diye mesaj atmıştı mesela. Hışt nedir ya? Kimsin sen Davut Güloğlu mu? Bu derece nezaket karşısında nutkum tutuldu haliyle. Gene de insani bir cevap yazdım sanırsam ama en doğrusu "Hoşşşşttt" yazıp kovalamak olurdu. Orası net.
Hoşt demişken sana bir de yöneticilerimizin en ayısından bahsedeyim. İki üst düzey yönetici bir gün birlikte arabayla ofise geliyorlar. Yaşlı olan mütemadiyen osuruyor. Diğerine de diyor ki: "Kusura bakma canım benim midem biraz bozuk, camları açıver." Bu kadar aleni yapanı da ilk defa görüyorum. Sahil beldelerinde ellerini götlerinin tam üstünde birleştirip, yayıla yayıla yürürken birasını yudumlayan, bankta oturan çocukların yanından geçerken osuruğunu kenara bırakıvereni gördüm. Bin TL'lik kulaklıklarıyla karizmatik karizmatik koşu bandında yürürken cozur diye osuranını da duydum. Ama 3 m2'lik aracın içinde birbirinin ağzının içine osuran üst düzeyleri de ilk defa duyuyorum. Niye indin arabadan? Ne güzel kurumsal kurumsal ossuruyorduk...

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Deli Beyhan

Hayat öyle garip ki, geri vites yapmanızı istediği zaman sizin için gerekli olan tüm koşulları bir araya getirmekte asla tereddüt etmiyor. Tüm hikayeler metin okuma dersinde öğrendiğimiz gibi giriş, gelişme, sonuç diye gitmiyor hayatta. Sonlandırdığımız hikayeler yeniden başlayıp, bir kez daha gelişebiliyor. Zaman hızla akarken sürekli geri dönüp bakarak onu durdurma eğiliminde oluyoruz ama o asla durmuyor. Alışkanlıklar, benliğimizde yer eden inançlar, korkular bizi mıh gibi soğuk betona sabitliyor. Yerimizden kıpırdayamıyoruz. Çivileri söküp çıkardığımızda bedenimizde ve ruhumuzda yeri doldurulamaz boşluklar oluşuyor.
Bencil hayatlarımızda, sadece kendimizi, çıkarlarımızı ve kişisel sorunlarımızı düşünerek yaşamaktan usanmıyoruz. Çocukların mutluluğu, kuşların sesi, çiçeklerin görüntüsü, denizin dalgaları ve bizden bağımsız ilerleyen diğer olaylar bizi ilgilendirmiyor. Keyif almayı unutmuşuz. Öyle bir an geliyor ki kendimizi çivilediğimiz betonlar arasında görünmez oluyoruz. Sonunda o soruyu sormaktan kendimizi alamıyoruz: "Hepsi bu mu?"
Hikayeme gelince.. Aklımda yer etmiş, geçmişe ait bir ev var. Duvarları dökük, camları ve merdivenleri kırık, içi çöplerle dolu iki katlı mavi badanalı bir ev: Deli Beyhan'ın evi. Sokakta oynarken canımız sıkıldığında birbirimizin suratına boş boş bakar, "Hadi Deli Beyhan'ın evine girelim" derdik ama o eve sadece bir kez girebildik. Beyhan'ın hüzünlü hikayesini ilk dinlediğimde çok etkilenmiştim. Bir rivayete göre kızımız çok zengin bir ailenin tek çocuğu. Hatta oturduğu o müstakil ev de kendisine ait. Tam evlenmek üzereyken nişanlısı onu terk ediyor ve bunun üzerine Beyhan aklını yitirip, sokaklara düşüyor. Ailesi de kendi itibarlarına zarar gelmemesi için (itibarlarına sıçtıklarımın) kızlarını tek başına bu eve kapatıyorlar. Ailesi öldükten sonra kıza bakacak kimse kalmıyor. Sokaklarda gezip, çöplerden yemek topluyor. Hava karardığında da, kapısız ve yıkık pervazlı, soğuk evine sığınıyor. Kirli battaniyesini üzerine çekip gazete kağıtlarıyla kaplı zeminde uyuyor. Hava karardığında evinden korkunç çığlıklar geliyor. Kendimden biliyorum, bu sesler en çok da küçük çocukları ürküyor. Eve girdiğimiz günü çok net hatırlıyorum. İçeride kimse yok, yerde fare ölüleri var. Bütün binanın duvarlarına leş gibi bir koku sinmiş. Duvarda camı kırık bir çerçeve, içi boş. Yerde kapağı olmayan, tozlara bulanmış kırmızı bir ruj. Her yeri kurcalıyoruz. Tam evden çıkarken Deli Beyhan bizi görüyor ve peşimizden deliler gibi (gibisi fazla) koşmaya başlıyor. Kaçıp saklanıyoruz. Bizi bulamıyor ve bağıra çağıra evine dönüyor.
Birileri deli dediğinde benim aklıma ilk Beyhan gelir, sonra Aysel Gürel, ondan sonra da senelerdir kapımızın önünde Büyük Altay diye tüm gücüyle bağıran adam. Geçmişinden kopamayan bu üç karakter bana hep bir ağızdan önüne bak diyor. Önüne bak dostum. 

8 Mayıs 2015 Cuma

7 Kocalı Hürmüz

İlk kocamdan ayrıldığım dönem... O ne ya? Duyan da Rıdvan Kılıç'tan ayrıldım, Sinan Engin'den çocuk yaptım, onu boşadım Mahsun'la sevgili oldum, hızımı alamayıp Soner Yapcacık'la evlendim, Tuncak Kıratlı, Gökhan Şükür derken hepsini boşadım Nihat Doğan'la lahmacun tadında bir aşk yaşadım, finali de türkücü Onur Şan'la evlenip boşanarak yaptım sanacak. Aslında yakın sayılır. Yani ileride bir Seda Sayan olmayı düşünüyor muyum? Büyük konuşmamak lazım derim :) 
Benim hikayem özetle şöyle: İki evlilik. İlki 1 yıl, ikincisi 8 ay. Neyse en başa dönersek... İlk kocamdan ayrıldığım dönem. 1 yıllık kabusun ardından insan içine yeni yeni çıkıyorum. Ömrümü yiyen akraba ziyaretleri, ıvır zıvırdan kurtulup arkadaşlarımla takılmaya başladım. Kendime 1+1 tam anlamıyla bir bekar evi tuttum. Doğum günümde hep birlikte, kalabalık, güzel bir kutlama yapmak istedik. Ben herkese şöyle bir mesaj attım. Benim evde parti var, istediğinizi getirin gelir. İnsanların istediklerinin bu kadar abuk olacağını düşünemedim tabii. Eşeklik bende... Benim o göt kadar evime 30 kişiyi bir şekilde sığdırdık. Yedik, içtik, sıçtık. Dairenin kapısı sürekli sonuna kadar açık, eve girip çıkan insanın haddi hesabı yok Çeteresini tutamaz olduk. Kafalar zaten çok güzel. 1 arkadaş geldi bana kapının önüne birisi çiçek bırakmış dedi. Gittim baktım. Dev gibi mermer vazo, içinde de yapma çiçekler... Herkes şok! Ulan diyoruz bu kimden geldi? Kimden geldi? O kadar ağırdı ki, akşama yataklara işeme riskini göze alarak, döndüre döndüre 3 kişi salona kadar sürükledik. Millet tarafından "Oooooo Kart... Anlayalım Kart... Kim gönderdi? O ne be dana kadarmış!" gibi söylemlere maruz kaldım. Bir yandan da gizemli Romeo'yu merak ediyorum. Neyse o gece çiçeğin sahibinden haber alamadık. Parti bitti, herkes evine gitti. Benim yüzümde kocaman bir gülümseme, uykuya daldım. Ertesi sabah bütün kızlar aradı. Hepsi aynı şeyi sordu: "Kim göndermiş çiçeği?" "Haber var mı mermerciden?" Bir hafta boyunca kimin çiçeği göndermiş olabileceğine dair beyin fırtınası yaptık.
"Eski kocan mı gönderdi acaba?"
"Iyyykkk yok lan ne alaka"
"Apartmana girerken akşamları asansörde kesiştiğin çocuk olmasın?"
"Yok be öküz kılıklı bir şey o."
Eski sevgililer, iş arkadaşları, aynı yerde yaşayan yakışıklılar, uzak, yakın tüm ihtimaller gözden geçirildi. Hala haber yok.
Bir akşam işten eve geldiğimde, bizim kapıcı Ali Bey beyaz atletiyle kapıda belirdi.
"Kart Hanum, eyi ağşamlar"
"İyi akşamlar Ali Bey."
"Kart Hanum, ben kesünlükle eminüm süzde değüldür ama bizüm aşağuda doğtor bey var. 1 haftadur kapının girüşündeki vazosunu arıyör. Ben gene de bir sorayım dedüm."
Başta anlayamadım. "Yok bende vazo filan" dedim, kapıyı kapattım. Sonra salonun köşesinde duran dikili taş gözüme ilişti. Hemen Ali Bey'i aradım. Adamın yüzündeki o dehşet dolu bakışları asla unutmayacağım. :)))) Mermer parçasını beraber döndüre döndüre dışarı çıkardık. Ali Bey duruma anlam veremedi. Ali Bey sana bari buradan yazayım. O gün sana söyleyemedim, hafif şoktaydım. Ben hırsız değilim Ali Bey. Beni haftalarca kekleyen bazı gerizekalı arkadaşlarım olabilir. Ben de onlara inanacak kadar salak olabilirim. Ama çok şükür henüz muayenehanenin çiçeğini çalıp da gizli hayranım kapıma bırakmış diyecek noktaya gelmedim. Bu da böyle biline...